28 Ocak 2024 Pazar

 SEVMİŞİM


Bugün sustukca sen oldum
Sen oldukca
Kendime kaldım,
Seni buldum.
Cezanın ne zaman bitecegini
Bilmeyen
Hükümlûyûm sende.
Ama seni içimde taşımak
Seni çılgınca özlemek,
Seni bu kadar sevmek,
Bende seni yüceltti.
Ve 
Şimdi diyorum ki
Ben seni çok SEVMİŞİM...

Nursev Eser Balaban 
#delimavi

25 Ocak 2024 Perşembe

 

 DUYGULARIMIZIN ANLAMAK BİZE NELER KAZANDIRIR?

 

Duygular; insanları anlamada, düşünce ve davranışlarını anlamlandırmada çok önemli bir role sahiptir. Duygu bir his ve hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve biyolojik haller ve bir dizi hareket eğilimidir. Duygular iki amaca hizmet ederler. Bunlardan birincisi, kişinin harekete geçmesi için enerji temin etmeleridir. İkincisi, kişinin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için çevresini etki altına alması ya da bu ihtiyacını karşılayacak uygun davranışları yapabilmesi için yönlendirici etki yapmasıdır.

 

Genel olarak temel duyguları; öfke, üzüntü, korku, mutluluk, şaşkınlık, tiksinti, utanç olarak tanımlayabiliriz. Temel duygular evrensel olarak tüm insanlar tarafından hissedilir fakat farklı şekilde tepki verilir. Çünkü her birimizin algısı, deneyimi, bilgisi farklıdır.

 

Duyguları değerlendirmede beden bize  bilgi verir. Bedenimiz yalnız bizlere değil etrafımızdaki insanlara da duygularımızla ilgili ipuçları verir. Duygularımız, hem bizim hem çevremizin ruh halini fark ederek yeni davranış, yeni düşünme sistemleri kurmamıza yardım eder. Yaşamı ilk kucakladığımız, gözlerimizi bu  dünyaya açtığımız andan itibaren duygular bizimledir. Onlarla uyum içinde yaşamayı, onları yorumlamayı öğrenmek aslında yaşamayı öğrenmektir.

 

                                   Duygusal Olarak Sağlıklı Bireyler

 

Belirli bir durumda ve an’da ne hissettiklerinin farkındadırlar. Yaşadıkları duygularla uygun bir şekilde başa çıkabilme becerisine sahiptirler. Duygularını motivasyonları doğrultusunda yönetebilirler. Başkalarının duygularını fark ederler, empati kurabilirler. Diğer bireylerle sağlıklı iletişim kurabilirler.

 

Duygular; iç dünyamızdan dış dünyaya  açılan pencerelerimizdir. Duygular olmasa hayat renksiz, anlamsız olurdu. Kişinin; duygularının farkında olması, gözlemlemesi, anlaması duygularının ne anlattığını fark etmesi kendisini tanımasına yardımcı olan içsel kaynaklardan birisidir. Her bir duygu hayatımıza renk katar, hayatta kalmamızı sağlar ve bizi korumayı sağlar.

 

 

 

 

 

Kendini tanımak isteyen insan ilk önce; duygu farkındalığı ve duygu okuryazarı  olması kendisini tanımaya yardımcı olur.

Şu an ne hissediyorum? Hissettiğim duygunun adı ne?

Bu duyguyu bedenimin neresinde hissediyorum? Nasıl deneyimliyorum?

Bu duyguyu ne zaman hissediyorum? Ne zaman azalıyor? Ne zaman güçleniyor?

 

Her insan farklıdır, bireysel  farklılıklarımız var, yaşadığımız temel duygular aynı olsada, onlara yüklediğimiz anlam ve duygunun yoğunluğu kişiden kişiye değişebilir.

 

Duygularımız olmasaydı yaşam daha sıkıcı olurdu. Nasıl ki; bazen hava sıcak bazen soğuk, bazen yağışlı, bazen sisli bazen bulutlu gibi oluyorsa, duygular da her biri bize bir şeyler anlatmak, göstermek için vardır. Mesela hep üzüntü içerisinde kalırsak bunalıma gireriz, ümitsizliğe kapılırız. Hep mutluluk içerisinde olsak hiçbir şey öğrenemeyiz.

 

Duygularımızdan öğrenmek için, duygunun bize ne hissettirdiğine odaklanmamız bize yarar sağlayabilir. Bu duygu bize mi ait, yoksa dışarıdaki birilsine mi ait? diye ayırt etmemiz de önemlidir. Kendi duygularımızın farkında olursak, ihtiyaçlarımızın farkına varırız. Başka insanların da farkında oluruz, duygularını okuyabiliriz ve empati kurabiliriz.

 

 Duygular regüle edilmeli yani düzenlenmelidir. Duygular iç dünyamıza, özümüze, benliğimize, iç sesimize kulak vermemizi sağlar. Eksik ya da yanlış yaptığımız şeyleri fark etmemizi sağlar. Duygular bize çok şey anlatır, öğretmen gibidir.

Duygular en çok bedende hapsolur.  Bedenimiz kinestetik kütüphane gibidir, duyguların arşivlendiği yer bedenimizdir. Bedenimize  odaklanmak, duygularımızı tanımak için çok önemlidir. Mesela öfkelendiğimizde; öfkeyi bedenimizin neresinde hissediyoruz?

 

Duygularımızı, düşüncelerimizi bastırdığımızda, yok saydığımızda  ya da dile getirmediğimizde beden dilimiz konuşmaya başlar. Üzerini örttüğümüz her bir şey; öfke, kızgınlık, sinirli davranışlar ve suçlayıcı bir üslup ile dile gelir.

Alice Miller; ‘’Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız. ‘’diyor.

 

Kendimizi anlatmak yerine susmak, yalnızlığa bürünmemize ,araya duvar örmemize sebep olur. Susmak daha da yanlış anlaşılmaya sebep olur. İletişim de ilişkilerde çıkmaza girer, bağlar zarar görür, muhatabımızla ilişkimiz zayıflar. İlişki kopma noktasına gelir. Çözüm yollarını göremez hale geliriz .Anlatılmayan, içe atılan her şey; küçük bir delik iken gün geçtikçe kocaman bir çukura döner. Biz o çukara düşer ve saplanırız. O çukurdan çıkmak zorlaşır.

 

Duygularımızın farkına varırsak onları yönetebiliriz, düzenleyebiliriz. Çok fazla duygusal olarak  hayatımıza devam edersek yanlış kararlar verip seçimler yapabiliriz. Sinirliyken, öfkeliyken, mutsuzken, bir şeyler ters gidiyorken yanlış kararlar alabilir, alınganlık gösterebiliriz. Bilinçli bir farkındalıkla gözlem yapmak gerekir.

 

Duyguların altında değerler, değerlerin altında da inançlar vardır.

 

Duyguları bir metafor ile açıklarsak eğer; kapı ve misafir metaforu olabilir. Duygular kapıda bekleyen misafir gibidir. Sadece bir duygunun içerisinde  uzun süre kalırsak diğer duygularımızı dışarıda bırakmış oluruz. Acı normalde sağlıklı bir duygudur, fakat acının içerisinde çok fazla kalırsak ızdıraba dönüştürülür. Mutluluk, sevinç, neşe ve keyif  gibi duyguları  kapının önünde  bırakmış oluruz. Her bir duygunun gelip  geçen bir misafir olduğunun farkına varırsak duygunun öğretici özelliğini fark etmiş ve keşfetmiş oluruz. Duygular bizim yol arkadaşımız gibidir.

 

Enneagram kişilik tiplerinde; 9 farklı kişilik tipi vardır. Hareket, duygu ve düşünce merkezi olarak üçerli grup şeklinde ayrılır. Bazı çocukların daha fazla duygu yoğunluğu içerisinde olmasının sebebi; doğuştan getirmiş olduğu mizacından dolayıdır. Daha çok sevilmek daha çok sarılmak daha çok sevildiğini hissetmek ve söylemesini bekleyebilir. Çocuğun bu duygulara ihtiyaç duyduğu ve duygu merkezli bir kişilik tipine sahip olduğunu gösterir.

 

Çocukları başkaları ile kıyaslamak doğru değildir. Bazı çocuklar sevildiğini duymak, hissetmek, sarılmak, temas etmek ister. Bazı çocuklar ise düşünce veya hareket merkezli olabilir.

 

Duygular iyi ya da kötü değildir. Olumlu ya da olumsuz duygular vardır. Duyguların geliştirici yönü de vardır ve değerli bir kaynaktır.

 

Duygularını fark eden insanın, kendini ifade etmesi, anlatması daha kolay olur. Duygularından bi haber olan kişinin, iletişim kurma becerisi de yoksa hayatında zorluklar, kopukluklar yaşamasına sebep olur. Duygularını ifade etmekte zorlanan kişi yazarak kendini ifade etmeyi seçebilir.

Duygularımızı ben dili ile anlatmak  daha iyi hissetmemizi sağlar.


SERPİL ÇÖÜK

 

 

 

 

20 Ocak 2024 Cumartesi

 Sevdanın yüreğime sızması

İnce bir sızı olması gibiydi
Yollara hükümlü olmak.
Yargısız infazdı sanki
Kendi mapusumda
Yalın ve savunmasız,
Gözlere, sözlere tutsak.
Çığlık çığlık susarak kalmak...

Nursev Eser Balaban 
#delimavi

13 Ocak 2024 Cumartesi

 Kursağım da huzursuz hikayeler.

Hafızam da irini kurumamış yaralar.
Ellerim ise hayattan kazıdığım kirlerle dolu.
Ne geçmişe güvenim var,
Ne bugüne,
Ne de geleceğe...
Üstelik;
Dışarıya da çıkmak istemiyorum
Her yer içerisi gibi...

Nursev Eser Balaban  
#delimavi

11 Ocak 2024 Perşembe

 

GÜNÜMÜZDE İLETİŞİM KURMAK GERÇEKTEN ZOR MU ?

 

İletişim çağında yaşıyoruz, bazen iletişim kurmakta zorlanıyoruz. 

İletişim kurmanın çok zor, imkânsız olduğundan şikâyet ediyoruz. İletişim kurmak sanıldığı kolay olmasa da bol sağduyu, birkaç teknik ve nezaketle sonradan da öğrenilebilecek bir şey.

Kaliteli iletişim kurabilmek için; kişinin kendini tanıması, hoşgörülü, yargısız olması, açık iletişim kurmaya özen göstermesi, göz kontağı, hitap, ses tonu ve düzeyi, beden dili v.s. önemlidir.

Kişinin kendiyle barışık ve iç iletişimin güçlü olması demek; ilişkilerinde, işyerinde, okulda, evde yani hayatının her alanında sağlıklı ve nitelikli iletişim becerisi kurmak demektir.

 

İLETİŞİM: Bir bilginin, duygunun, düşüncenin her türlü yolla karşı tarafa aktarılmasıdır. İki kişi birbirini fark ettiğinde iletişim başlar. İletişim çift yönlü bir alışveriştir. Kişiye değil kişiyle yapılır. İletişimin diğer bir tanımı; dil, din, ırk, soy, köken, mezhep, cinsiyet gözetmeksizin insan insandır. 

 

İletişim; sözlü, sözsüz, yazılı, görsel iletişim olarak kendi içerisinde ayrılır.

Sözlü İletişim; insanların duygularını, düşüncelerini ve bilgilerini sözel olarak aktarmasıdır.

Sözsüz iletişim; beden dili, jest, mimik ve yüz ifadeleriyle aktarma vardır.

Yazılı iletişim; bilgiyi yazılı bir şekilde almayı ve vermeyi ifade eder.

Görsel iletişim; bilgiyi görseller aracılığıyla aktarmaktır.

 

İletişimin en önemli unsurlardan biri; açık, net ve anlaşılır olmaktır. Açık, net ve anlaşılır olduğumuzda diyalog ve bağ kurmamız daha kolay olur. İlişkimizde güven inşa etmiş oluruz. 

İletişim kurma becerisine sahip isek; kilitli olan o kapıyı anahtarımızla kolaylıkla açabiliriz. İletişim kurma becerimiz yoksa; kapıyı açmak için zorlarız, çilingir çağırır ya da kırmak zorunda kalırız.

 

Bir diğer önemli unsur empati kurma becerisidir. Empati; ilişki içerisinde bağ kurduğumuz kişinin yaşadığı, hissettiği duygu ve düşünceleri onun penceresinden görebilmek, anlamaya çalışmaktır.

 

Sağlıklı iletişim kurmak için; anlamak, anlatabilmek, anlaşılmak ve anlaşmak önemlidir. Anlamak için dinlemek, dinlerken etkin dinlemek, göz teması kurmak, geri bildirim vermek gerekir. Anlatabilmek için; ne hissettiğini, ne düşündüğünü bilmek ve konuşma becerisi gereklidir. Anlaşılmak için; özellikle doğru anlaşılmak için nazik bir dil, güzel bir üslup ve beceri gerekir.

En son olarak da anlaşmaktır. Anlaşmak için geçinmeye, anlaşmaya gönlümüzün olması gerekir.

 

‘’Yanlış üslup doğru sözün celladıdır’’ der Sadi Şirazi

 

İletişim kurarken ben dili ile mi konuşuyoruz? sen dilini mi daha çok kullanıyoruz?

Ben dilinde; konuşan kişinin kendi duygularını kendi üzerinden ifade etmesidir. Ben diliyle konuşan kişi; ilişkilerinde saygı duyulan biri olur, sözü dinlenir ve söyledikleri daha değerli bulunur.

Mesela; Konferans veren bir konuşmacının salonda çok gürültü olmasından dolayı rahatsız olduğunu: ‘’ Saatlerdir burada olduğunuzu biliyorum ve oturmaktan sıkıldığınızı anlayabiliyorum. Şu an salonda çok ses ve gürültü var, konuşmama odaklanamıyorum, şaşırıyorum ve sunumum uzayacak diye endişeleniyorum. Biraz sessiz olabilir misiniz.’’ 

 

Sen dilinde; karşı tarafı suçlamak, yargılamak vardır, empati kurmak yoktur. Sen dili iletisi karşı tarafı âtıl davranışlara yönlendirir, suçlanan kişi gardını alıp kendini korumak zorunda hisseder ve öfkeli hareket etmesine sebep olur. Hatalıysa bile haklı çıkmaya çalışır.Biz haklı ve sen diliyle konuştuğumuz için haksız duruma geliriz.

‘’ Şu an salonda çok gürültü var, çok konuşuyorsunuz, susmak bilmediniz, bi sussanız da konuşmamı yapabilsem.’’

 

İletişimde ilk izlenim de çok önemlidir. İlk izlenim olumluysa görüşmeye devam ederiz. İlk izlenim olumsuz ise; bir ömür o izlenimi değiştirmekte zorlanırız veya bir daha görüşmek istemeyiz. İlk karşılaştığımız, tanıştığımız kişilerin oturuşuna, giyim kuşamına, beden diline, hal ve hareketlerine, tercih ettiği renk uyumuna, kadınsa takılarına, ayakkabı çantasına, erkekse saçı, sakalına, eline yüzüne bakarız ve ilk izlenimle fikir sahibi olmaya çalışırız. 

 

İletişim Engelleri 

 

İletişim kurma becerisi yok ya da çok zayıfsa; iletişim kazaları yaşarız ve iletişimde aksaklıklar meydana gelir. Anlamadan, dinlemeden yargılamak, sen diliyle karşı tarafı suçlamak, sürekli olarak eleştirmek, küsmek, tek taraflı iletişim kurmak, alınganlık yapmak, geçmişe takılı kalmak, emir vermek, dayatmak, hata yapıp özür dilememek, yok saymak, konuşmayı ve iletişimi kesmek, hal ve hareketlerle anlatmaya çalışmak, aşağılayıcı cümleler kurmak, çıkar ilişkisi kurmak, sınırları ihlal etmek, saygısız davranışlar sergilemek, bencilce hareket etmek, karşılanmamış ihtiyaçları karşı tarafın tamamlamasını istemek, beklentilerin çok olması, karşı taraf konuşurken söz kesmek, karşı taraf konuşurken dinlemeden ne cevap vereceğini düşünmek olarak sıralayabiliriz.

 

İletişim kurmaktaki niyetimiz ne? Duvar örmek mi? Köprü kurup, anlaşmak ve geçinmek mi?

 

İletişime engel olacak, duvar örecek davranışlarda bulunduğumuzda şunlarla karşılaşabiliriz. ‘’Ağzına geleni söyleyen, işine gelmeyeni de işitir.’’ 

‘’Sözünü tartmadan konuşan, duyduklarından incinmesin.’’

 

‘’Bir kimsenin ne söylemesi gerektiğini bilmesi önemli değildir; nasıl söyleyeceğini de bilmesi gerekir’’ demiş Aristo

 

Ne konuştuğumuz değil, neyi nasıl konuştuğumuz ve anlattığımız önemlidir.

Konuşmadan önce: ’’ dur, düşün, davran ‘’ kuralını uygularsak; yanlış anlama ve anlaşılmaların önüne geçmiş oluruz. Konuşacağım şey; yararlı mı, gerekli mi, önemli mi ve konuşmak için uygun zaman mı? diye düşünmek gerekir. Benim uygun olmam kadar muhatabımın da uygun olması gerekir.

 

H.z. Ali şöyle söylemiş: ‘’Dilinizi daima iyi kullanınız. O sizi mutluluğa götürdüğü gibi, felakete de götürebilir.’’

 SERPİL ÇÖÜK

6 Ocak 2024 Cumartesi

 

Geçmişe Gölgesi

Bilirsiniz ve çevrenizde şahit olmuşsunuzdur. Sürekli geçmişten bahseden pek çok insan vardır. Bu insanlar ya içinde bulundukları zamanda mutlu değillerdir veya içinde bulundukları zamandaki mutluluğu göremeyecek kadar geçmişe saplanıp kalmışlardır. Bu durum oldukça sıkıntı verici… Beyni geçmişle dolu olduğu halde sürekli geçmişten konuşurlar. Hem de bıktıracak derecede. Ben, bu duruma çok kez maruz kaldım. Yorum bile yapamıyor insan bu durumda, o yüzden sadece dinlemekle yetiniyor ancak. Çünkü yorum kaldırmaz, susturmak olmaz. Yaş aralığı da fark etmez; gencinden orta yaşlısına oradan daha yaşlısına kadar devam eder. Genelde bu durum depresyon belirtisi ama vazgeçilmez bir alışkanlıkta olabilir. Çünkü beyin sürekli geçmişin içinde yüzmeye alışmıştır. Ve bu kulaçlar süreklilik kazanır. Bitmez tükenmez geçmişten serzenişlerle devam eder. Siz, böyle bir durumla karşılaştınız mı acaba? Veya çevrenizde şahit oldunuz mu?

Bu insanların ciddi boyutta terapi görmesi gerekir. Özellikle düşünce yapılarını değiştirmeleri gerekmektedir. Geçmişle yüzleşmeleri ve affetmeleri daha doğru olur. Çünkü affedemediğimiz şeyleri de biriktiririz. Ve bu birikim gün gelir bizi alaşağı eder. Bir dönem bende öyleydim. Sürekli geçmişin içinde yüzüyordum ama bir gün fark ettim ki bu beni daha çok hasta ediyor. O zaman düşünmeye başladım ne yapabilirim diye. Ve fark ettim ki içinde bulunduğum zamanı kaliteli değerlendirmiyorum ve sürekli bilincimde geçmişe boğuluyorum. Kendi kendime karar verdim düzeleceğim diye. İlk önce düşüncelerimi oyalayacak başka uğraşlar buldum; kitap okumak, elişi yapmak gibi… Sonra değişik çevrelere girdim ve zaman içerisinde gördüm ki bu sıkıntıdan kurtulmuşum. Kafam rahatlamıştı.

 Yeniden dünyaya gelmiş gibiydim ve geçmişin baskısından kurtulmuştum. Özellikle geçmişi affetmek çok işe yaramıştı. Şimdi takılmıyorum geçmişe ve gerçekten de daha sağlıklı zamanlar geçiriyorum. Eğer sizin de etrafınız da bu durumda insanlar varsa. Onları içinde bulundukları zamana çekmeye çalışın. Terapi almaya yönlendirin veya düşüncelerini geçmişten kurtarmaları için oyalanacak bir şeyler bulmalarını tavsiye edin. İnanın içinde bulunduğu anı yaşamak çok güzel.

 

4 Ocak 2024 Perşembe

 

                                       DEĞİŞİM BENİMLE BAŞLAR

 

İnsan için en zor olan şey değişim ve değişmektir. Çünkü değişmek için fark etmek, yüzleşmek ve kabullenmek gerekir. Değişmek sanıldığı kadar kolay değildir ama imkânsız da değildir. En çok direnç gösterdiğimiz yer neresi ise; orasının değişime ihtiyacı vardır. 

 

Dünyaya ne kadar da çok anlam yüklüyoruz. Hiç ölmeyecek gibi planlar, programlar, hedefler, hayaller kuruyoruz. Dünyanın koşturmacası içerisinde dalıp gidiyoruz, her şeyi unutuyoruz, hatta kendimizi bile unutuyoruz, erteliyoruz. Bazen geçmişe dalıyoruz, anımsıyoruz bazen de geleceğe odaklanırken buluyoruz kendimizi. Şikâyet ettiğimiz, yakındığımız o kadar çok şey var ki. Alamadığımız ev, binemediğimiz araba, yetmeyen maaş, giyemediğimiz kıyafetler, ulaşamadığımız hedefler, sahip olamayacağımız hayaller, gidemediğimiz tatiller…

Geçip giden zamana, kaçırdığımız otobüse, çizemediğimiz sınıra, tartıştığımız yakınımıza, kazanamadığımız başarıya, sürdüremediğimiz ilişkimize, kıymet bilmediğimiz sevdiklerimize, hoyratça harcadığımız gençliğimize, zamana, yalnızlığımıza, okuyamadığımız kitaplara, iş yapmayan yakınlarımıza daha bir süre şeye şikayet edip duruyoruz.

 

Saymakla bitiremeyeceğimiz, değerini bilmediğimiz, fark edemediğimiz o kadar çok şey var ki. Başımıza bir sıkıntı, acı, yas gibi bir durum geldiğinde fark ediyoruz, anlamaya başlıyoruz. Çoğu zaman elimizdeyken, fark etmeden, kıymet bilmeden yaşıyoruz. Kaybedince elimizdeki nimetleri anlamaya, görmeye, idrak etmeye başlıyoruz. İnsan olarak çabuk unutuyoruz ya da unutmak yok saymak istiyoruz. Yüzleşip sorumluluk almak, konfor alanından çıkmak istemiyoruz.

 

ALİ ŞERAİTİ şöyle söylüyor: ’’  Konfor ruhun bataklığıdır.’’ Konfor insanı bir uyuşturucu gibi uyutur ve oradan büyük bir çile, ızdırap doğmadığı için hayatın sanatçısı olamaz hale getirir.

 

Hiç olmamış gibi davranırken buluyoruz kendimizi. 

Bu hayatın gelip geçiciliğini idrak etmeden, şikâyet ederek, üretmek yerine daha çok tüketerek geçiriyoruz.

Oysa şikâyet etmek yerine daha çok şükretmeli, Allah’a daha çok sığınmalı, tefekkür etmeli, her gün yeniden başlamalı, yaşamımızı yeniden inşa etmeli, ahiret için yatırım yapmalı, yüreklere daha çok dokunmalı, doğayla bütünleşmeli, şefkati sevgiyi merhameti çoğaltmak için gayret etmeliyiz.

 

Hırslarımızı, öfkemizi yenmeli. Bizden sonra gelecek nesillere güzel miraslar bırakmak için gayret etmeliyiz.

Huzuru hissetmeli, hissettirmeli, ihlasımızı artırmalı, güveni inşa etmeli, güven duymalı, değerlerimize dikkat etmeli, değerlerimizi kültürümüzü nesillere aktarmaya gayret etmeliyiz.

 

Nasıl konuştuğumuza dikkat etmeli, zihnimizden geçen düşünceleri fark etmeli, duygularımızı düzenlemeyi ve sağlıklı şekilde yaşamaya iznin vermeliyiz.

Önceliklerimizi yeniden gözden geçirmeli, bilinçli farkındalık içerisinde yaşamaya özen göstermeli, yardımlaşmayı, bir ve bütün olmayı güçlendirmeye özen göstermeliyiz.

 

Zalimin zulmün haksızlığın karşısında, mazlumların yanında olmayı, adaletle davranmayı, anlamlı bir yaşam inşa etmeyi … Kendimizden başlayarak, çocuklarımıza gençlerimize anlatmayı düstur edinmeliyiz.

Umutsuzluğu bırakıp, umudu çoğaltmayı, kini, nefreti, suçlamayı bırakmalıyız…

Değişimi başkalarından beklemeyi bırakıp, değişim için kendimizden başlamayı, kimsenin biz istiyoruz diye değişmeyeceğini kabul ederek, emin adımlarla yolculuğumuza devam etmeliyiz.

 

Sahip olamayacağımız şeyler için üzülüp kederlenmeyi bırakıp, sahip olduklarımızı fark etmeyi, daha çok şükretmeyi hamt etmeye özen göstermeliyiz.

 

Düne bakıp ders almayı, geleceğe bakıp plan yapmayı, bugünün içinde anda kalabilmeliyiz.

Ömür sermayesi her geçen gün saat azalan hayat içerisinde bilinçli bir farkındalıkla yaşamaya gayret göstermeliyiz.

 

Değiştiremeyeceğimiz şeyler üzerinde durup zaman harcamayı bırakıp, değiştirebileceğimiz şeyler üzerinde emek vermek için çabalamalıyız.

 

Umutsuzluğu, karamsarlığı bırakıp umudu diri tutmayı…

 Fazla düşünmeyi bırakıp eyleme geçmeyi, ne olursa olsun işlevselliğimizi sürdürmeyi öğrenmeliyiz.

Değişim ve dönüşüm benimle başlar. Bireysel gelişim bizi, sosyal gelişime doğru götürmelidir.

 Hz. Mevlâna şöyle söylemiş:

 ‘‘Dün akıllıydım dünyayı değiştirmek istedim; bugün ise bilgeyim kendimi değiştirdim.’’                                                                                                

                                                                                       SERPİL ÇOÜK

 

3 Ocak 2024 Çarşamba

Sod'un Puğarı

 Yıllar yıllar önceydi, Hala ile Ayder arasına ki dinlenme yerlerimizden olan Sod’da oturur suyumuzu içer, “azuk” larımızı yerdik…

 Büyük bir gürgenimiz vardı altında dinlendiğimiz ve yol yorgunluğunu atmak için dinlenirken en tatlı sohbetlerimizi ettiğimiz ... Koskoca gövdesi, iri dalları ve iriliğine rağmen sevimli bir havası vardı. Hemen altından akan suyu ila susuzluğumuzu giderirken,  dalları ile de gölge olurdu üzerimizde, en sıcak anda bile altında püfür püfür rüzgar eser, adeta insanlara veya altında konaklayanlara döşek olurdu…

Yıllar önce tekrar köye gittiğimde uğradığım hayal kırıklığı inanılmazdı. Artık yürümüyorduk ama arabayla geçerken görmeye çalıştığım halde yerinde bulamadığım “gürgen” beni adeta yasa boğmuştu. Sanki bir akrabamı kaybetmiş ve neredeyse ağlayacak hale gelmiştim. Kesmişlerdi, acımadan. Hiçbir değeri olmayan basit bir odun parçası gibi, tıpkı diğerlerine kıydıkları gibi… yaşamı değersizleştiren ve anlamsızlaştıran bir yozluktu bu. Bunca hizmete ve bunca yaşına rağmen. Tadı kaçmıştı “sod” un hiç gitmedim ondan sonra ve başımı bile çevirip bakmadım. İnsanların yaşamı nasıl algıladıklarını anladığımda da bu tarz hayal kırıklıklarım devam etti hep. Ya asırlık bir ağacı veya hiç acımadan yabani bir hayvanı yok edişleri... Bumudur diye düşünürdüm hep. Neden bu kadar duyarsızlık..!

Şimdi bu satırları yazarken içim burkuluyor, yüreğim kabarıyor, ağlayasım geliyor. Size hiç olmaz mı? Köyünüze döndüğünüzde sevdiğiniz bir ağacın veya bir böceğin ya da bir çiçeğin yok olduğunu görmek,  üzmez mi? Değişim kaçınılmazdır ama bu değişimi şekillendirmek bizim elimizde değil mi? Elimize geçen fırsatları neden çevremizi katlederek modernize etmeye çalışıyoruz anlamıyorum. Oysa, kendi bünyesinde yapılandırma mantığı daha doğru değil mi? Dünyaya bakıyorum, insanların doğal yapılarını korumak için gösterdikleri çabalara. Biz nerdeyiz? Ne yapıyoruz? Nereye gidiyoruz? Attığımız adımların sonuçlarının farkında mıyız? Yaşamı doğaçlama yaşamaya o kadar alışmışız ki önümüze gelen her şeyi ihtiyaç diye düşünüp, arkasını önünü hesaplamadan kesmişiz, biçmişiz, istediğimiz gibi yapılandırmış, kullanmışız. İnsanız ya, bunu kendimiz hak görmüşüz…

Babaannem ile ormanda dolaşırken bana öğrettiği en güzel şeylerdir, “çiçekleri ezme, yaş dalları koparma veya çizme, ayağının altında bastığın yere dikkat et…” ve buna benzer nice öğütler. Eminim sizlerin büyükleri de böyle nasihatler etmiştir ama sanırım pek çoğunun bir kulağından girip diğer kulağından çıkmış…

Bir yanım çekiyor, özlem var hasret var; diğer yanım gitmek istemiyor, bumudur yani diyorum. Sevdiğim hayran kaldığım tüm doğayı katletmiş veya bunu kendine medeniyet adına görev bilmiş bir ortama gitmek. İnsanların gülen yüzleri ve mutlulukları bana tuhaf geliyor açıkçası. Hem bu kadar gaddar olup hem de bu kadar mutlu olmak. Acımasızlık, duyarsızlık, bilmiyorum artık ne derseniz deyin…

Çayırlıkta, “yaban ot” ayıklarken “orak” ı savurduğumda açılan delikten yılanlarla gözgöze gelişimi hatırlarım. Gözlerindeki ifadede düşmanlık değil, yuvasında dinlenen kendi halinde bir yaratık ifadesi var sanki ve bana gözleri ile, “korkma sana zarar vermem sen sadece beni rahatsız etme” diyen… Dönüp işime devam ettiğimi hatırlıyorum. Oralar hala bakir, el uzanmamış ve umarım hepte öyle kalsın diliyorum. İstemiyorum dağlarıma el sürülmesin, suniliklerle değil de doğal haliyle beslensin. Dost kalsın bana ve insanlara. İnsanlar sadece kullanacakları bir meta olarak görmesin canlıları ve diğer yaşamsal öğeleri.

İnsanlar teröre karşı şiddetle tepki gösteriyorlar ama kendilerine ve çevrelerine karşı uyguladıkları terörün farkında değiller. Vatansever olmak sadece, eline silah almak veya  günümüz de tanımlanan anlamı ile terörün önüne geçmek için sokaklarda slogan atmak değildir bence. İnsanın, kendi yaşam kaynaklarına uyguladığı katliamda bir çeşit terördür. Bunların elinde balta var, motorlar, projeleri ve daha bilmem ne tarz katleden alet edevatları veya otları bilinçsizce yolan elleri…

 Terörün her çeşidine karşıyım, ister insanın insan, ister insanın canlılara karşı veya bir ülkenin diğerine ya da insanları kendi acımasız ideolojileri için katletmelerine veya aklıma şimdi gelmeyen her çeşidine karşı. Ben terör dolu bir dünyayı gelecek nesillere bırakmak istemiyorum. Arkamdan beddua veya küfür almak istemiyorum. Bunları düşünüyor musunuz?  Eminim ki düşünüyorsunuz dur, öyle ya dünyanın tek düşünen varlığı ben değilim ama ortada düşünmenin yanında bir tepkisizlik var veya yanlış mi düşünülüyor acaba? Bilinç alt yapımızı oluşturan bu klasik düşünce yapısını değiştiremez miyiz? Yoksa irademiz o kadar körelmiş ve elimizden alınmış mı?

Ben dağlarımı seviyorum, derelerimi  ve içinde yaşayan tüm canlıları. Onları korumak ve geleceğe taşımak için bir şeyler yapmak istiyorum ama tek başına olmaz ki ve inanıyorum ki sizin yüreğiniz de  benimle aynı şeyi ister ve insanların yüreğinden gelen sese inanmaları yaşamlarında yaptıkları en güzel şeydir…

 Konuşma Sanatı

“Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma geleni senden bileyim.”                        

Ne zaman kendimi, kullandığım bir kelimeden veya ifadeden dolayı rahatsız hissetsem; aklıma konuyla ilgili ya bir hikâye gelir veya bir atasözü. Bu atasözü de onlardan biri. Bana göre, konuşmak susmak ve yerine göre bunların zamanını doğru ayrımsayıp kullanabilmek sanatıdır. Hem sadece kendimizi ifade ettiğimiz kelimelerin, tek başına değil; beden dilimizle, jest, mimik ve ses tonumuzla da bir bütündür. Ve kelimelerimiz bir tarafa; kendimiz bir tarafa gitmemeliyiz.

Bundan dolayıdır ki konuşmak ve düzgün ifadeler yeterli değildir tek başına. Vücut dilimiz, ses tonumuz ve vurgularımız, duygusal anlam yüklemlerimizle, bütüncül bir şekilde kendimizi ifade ederiz. Örneğin: Aşktan bahsederken; bir asker edasıyla, ciddi yüz ifadesi takınıp, sert ve kesin tonlamalar yapmak; veya ilk yardım dersi verirken, gayri ciddi hareketlerle, mimiklerle, lakayt bir şekilde konuyu anlatmak amacına terstir ve farklı sonuçlar doğurabilir. Buda bizim için hiç doğru bir şey değildir. Kendimizi ifade ederken, duruşumuz, mimiklerimiz, tonlamamız, kullandığımız kelimelere en yakın dost olmalı ve dostlarımızla aramızı bozmamalıyız eğer bozacak olursak, sadece kelimelerle yaşamak zorunda kalırız ki buda bizim için olumlu bir şey değildir bana kalırsa.

Bununla beraber pek çok konuşma çeşidi var ve her biri ayrı bir özen gerektirir. Kendimizi, içinde yaşadığımız toplumda gerçekleştirmek adına… Selamlaşmadan, hatır sormaya; tanışmadan, taziyeye kadar, hepside kendi yapısının gerektirdiği ifadelerle, sözel anlatımımıza yansır. Bunlara, topluluk içinde gerek akademisyenlik düzeyindeki konferans, panel, sempozyum, forum gibi; gerekse halka açık konuşma durumlarında, izleyici veya konuşmacı olduğumuzda, daha profesyonel ve bilinçli hazırlanmaya ihtiyaç duyarız. Ve bu ihtiyaçlar bizi, daha iyi kendimizi sözel olarak ifade etmeye, kıyafetimizden, vücut dilimize kadar özenli, ortama uygun kıyafet giymek ve konuya uygun kelimeler seçmek ve doğru Türkçe ya da konuşacağımız dil hangisiyse, onu kullanmaya iter. Bu hem gireceğimiz topluma hem de kendimize karşı saygımızın göstergesidir.

Konuşmamızın özellikle dil vb… organlarımızın yaşamımızda kullanımının ne kadar önemli olduğuna dair yazılan hikâyelerle de bu durumu örneklendirmemiz mümkün, işte bunlardan bir örnek:

Hazreti Lokman hekim, yanında çömezi ile ava çıktı. Avdan dönerken bir kabile reisi Lokman Hekim’e bir gece misafiri olması için ısrar etti. Lokman Hekim’de kabul ederek o gece misafir kaldı. Kabile reisi, Lokman Hekim için bir koyun kestirdi. Lokman Hekim çömezine:

-kesilen hayvanın en temiz iki azasını kes bana getir, dedi.

Çömez gidip koyunun kalbini ve dilini kesti getirdi. Hazreti Lokman:

-Aferin bildin, dedi.

İkinci gün başka bir kabile reisi, Lokman Hekim’e bir gece de kendisinde misafir kalması ve evini şereflendirmesi için ısrar edince, Lokman Hekim onu da kırmayıp bir gece de onun evinde kaldı. Orada da ziyaret olarak bir koyun kestiler. Lokman Hekim çömezine bu defa da:

-Hayvanın bana en pis yerinden kes getir, dedi. Yarıdmcısı gene hayvanın kalbini ve dilini kesip önüne koydu. Lokman Hekim çömezine:

Aferin bunu da bildin, dedi. Hakikaten insanın en pis ve temiz yeri, kalbi ve lisanıdır, buyurdu.

Bu hikâyede, kıssadan hisse oldukça açıktır. Sözel ifadeler, kalbimizde taşıdıklarımızın bir yansımasıdır. Bu iki önemli uzva yüklediğimiz anlamlar, yaşamımızın her yüzünde bizi temsil eder. Ve konuşmanın sadece dışsal öğelerden; ses, kıyafet, jest ve mimiklerden daha fazla anlam içerdiğini ve bu anlamın doğrudan bizim duygusal ve düşünce yapımızla gerçekleştirdiğimizi de göstermektedir.

Konuşma sanatının sadece dile odaklı olmadığı anlaşılıyor açıkçası. En azından kendi bakış açımla ben böyle düşünüyorum. Kendimizi doğru ve düzgün şekilde ifade etmenin de özgüvenimizle, eğitimimizle, bakış açımızla ilişkili olduğu fazlasıyla aşikârdır. Bunun hatırlattığıysa daha sosyal kavrama yönlendirir bizi ve sosyalleşme çabasına; çünkü bizler, sadece bireysel yaşma sahip değiliz ve sadece kendimizle sorumlu değiliz; yaşadığımız topluma karşı görevlerimiz arasında vardır, kendimizi doğru ve sağlıklı şekilde ifade etmek…

Sözün özüne gelirsek, “Konuşma sanatı” aslında çok daha fazla detayıyla inceleyeceğimiz ayrıntı içerse de üzerinde durduklarım, en öncelikli olanlar. Kendimle beraber herkese tavsiyemdir; yaşamla bizi bire bir yüzleştiren, oldukça geniş kullanım alanına sahip ve içinde bulunduğumuz toplumda kendimizi gerçekleştirmede bize temel olan “Konuşma sanatına” biraz daha eğilerek üzerinde durmak ve düşünmek… Ve ne demiş şair, “konuşma” üzerine:

KONUŞMAK Kİ

Konuşmak ki,

Acınası yaşama bir panzehir olsun;

Konuşmak ki,

Bir yüzü güldürsün;

Bir acıyı dindirsin…

Konuşmak ki,

Sade duruşun, sesin rengi değil;

Gönlün, dildeki çalımı olsun…

Konuşmak ki,

Susmanın, gizli zehrine;

Kelimelerin gücüyle, ilaç olsun…

Konuşmak ki,

Gözdeki sevdanın;

Dildeki, şekeri olsun…

(F.Subay)

 

  ŞİİR MASAL Derenin ötesinde inci tanem… Gözlerim arar ama bulamaz, Onsuz olduğumda nefesi sarar beni, Onunla olduğumdaysa heyecanı...