6 Eylül 2018 Perşembe

…VALİ OLAMAZSIN DEMEDİM Kİ…
Aradığı haberi bulmuştu. Türk kahvesini seçmişti. Oldum olası bu içeceği severdi. Sadece içimiyle değil; aynı zamanda ikram şeklini ve oluşmasına neden olduğu sıcak sohbet ortamını da… Birkaç görüşme ayarlamıştı kahveyle ilgili yazmak istediklerine. Bunlardan biriside oturduğu ildeki kahve üreticisi bir fabrikanın sahibiydi. Aramasıyla beraber ilgi göstermiş ve hemen çağırmıştı kendisini görüşmeye.
     Büyük bir heyecanla gitti ve fabrikanın müdürüyle görüşmesini yaptı. Arkasından, fabrikayı gezdirmiş kendisine müdür ve resim çekmesine de müsaade ettmişti. Oldukçada detay bilgi vermişti makineler ve üretim hakkında. Eh! Hakkıydı da hani, adam bunca yıl emek vermiş ve geliştirmişti, bilsindi artık bu kadarcık detayı.
     En son bir odaya girdiklerinde yaşlıca bir beyefendinin oturduğunu fark etmişti. Tanıştırdı kendisini, babasıymış… Genç kadın onunla da ufak bir söyleşi yapmak istediğini dile getirmişti. Ricasını kırmayarak, müdürün ofisine geçmiştler tekrar. Baba gelmiş ve karşısındaki koltuğa oturmuştu. Genç adam ise müdür koltuğundan kıpırdamamıştı bile… Şaşırmıştı ama bir şey demeden söyleşisini bitirmişti. Neyse görüşmesi bitmişti ve teşekkür ederek ayrılmıştı fabrikadan. Ama içinde ukte kalmıştı, belki babasını yeni kaybettiğinden midir bilinmez, üzülmüştü. Nasıl olurdu da bir evlat, kendisi koltuğa oturtur da, babasını koltuğa oturturdu?
     Aklına yıllar önce okuduğu bir hikaye gelmişti. Babası oğluna, “senden adam olmaz.” Demişti, oğlundaki bazı hataları gördükten sonra. Oğluysa, bir gün vali olmuş ve adamlarını göndererek, babasını ayağına çağırtmış ve “baba bak ben vali.” Deyince. Babası, “oğlum, ben sana vali olamazsın demedim ki adam olamazsın dedim.” Diyerek lafı gediğine oturtmuş. Ama o gün nasıl ki vali koltuğunda ki oğul bu sözü anlamamışsa; bugünde şahit olduğu bu durum, aynı kapıya çıkmıştı işte. Adam, fabrika, mal, mülk sahibi olmuş ama adam olamamış ve misafirinin karşısında babasını oturttuğu koltukla bunu göstermişti.
     Türk kahvesi yazısını yazmıştı, başka araştırmalarını da ekleyerek… Daha sonraları, adam çektiği fotoğrafları göndermemişti, söz verdiği halde. Buda eksi bir durumdu kendisi için. Demek ki hakkında verdiği notta yanılmamıştı. Üstelik yüzsüz bir şekilde kendisinden katılacağı bir ödül törenine yazı yazmasını rica etmiş ve yazısını yazması için adeta emir vaki yapmıştı. Gene nezaketinden dolayı kırmamış ve yazmıştı yazıyı ama ufak bir ders vermek amaçlıda eklemeden geçememişti. Kendisine gönderdiği taslağın cümlelerini daha düzgün hale sokmuştu. Birkaç öneriyle birlikte, “babanızı ve aile bağlarınızı da vurgulayın. Bu sizi daha saygın gösterir.” Aslında hem ders vermek hem de biraz dalga geçmek istenişti çünkü adam olmayana adam gibi davranılmazdı…
DOLAR NEREYE GİDİYOR; BİZ NEREYE GİDİYORUZ
Doların yükselmesini tetikleyen etkenleri tartışmayacağım çünkü benim işim değil; yani ben ekonomist değilim. Halktan biriyim ve anladığım şeyleri paylaşacağım. Doların yükselmesiyle bugün üstü örtülü, gizlenen bozuk ekonomik sistem ortaya çıkıyor yavaş yavaş. Gizlenen diyorum çünkü öncesinden başlayan bir gerileyiş var ekonomide. Zamları yiyoruz, oturuyoruz… Ve ne yapıyoruz susuyoruz. Neden çünkü tepki vermememiz için susturuluyoruz üstü kapalı oyunlarla. Gündemi ekonomiden yani ülkenin gerçek durumunu ortaya koyan şeylerden uzaklaşması için güzel gündemler belirleniyor. Ama gerçek doların yükselmesiyle patlak verdi. Ekonominin gerçek yüzü ortaya çıktı,  dolar yükseldi ve biz nereye gidiyoruz bunu gerçekten şimdi düşünmeye başlamalıyız çünkü kaçış noktalarımız doların yükselmesiyle kapandı.
Ne yapacağız gelen kış. Acaba aç mı kalacağız. Büyük şirketler, fabrikalar batacak mı? Peki küçük esnaf ne yapacak? Zenginler karnını doyururken, diğerleri Pazar dibi mi toplayacak yoksa? Bilen var mı bu soruların cevabını. Ne yapabiliriz, geleceğimizi korumak için ve açlığın önüne geçebilmek için. Bu asgarı ücretle karnını nasıl doyuracak insanlar bu gelecek olası olan enflasyonla(sanki enflasyon hiç yokmuş gibi gösteriliyor bu arada)… Ekonomistler, merkez bankası, siyasiler veya halk durdurabilecek mi bu durumu? Yoksa gerçekten bizi zor günler mi bekliyor? Belirsizlik çok kötü bir şey. Bende duyumlar aldım doların daha da yükseleceğini ve bizleri zor günlerin beklediğine dair. Çareler düşünmeye başladım kara kara işin içinden çıkamadım ama sadece belki köyüme dönerim ve ekerim tarlamı yerim dedim kendi kendime. Peki yaşadığım hayat. Bu şehri seviyorum, gidersem batan gemiyi ilk terk edenler farelerdir deki gibi fare konumuna düşmez miyim?
Aslında bir şey daha düşünmüştüm. Bu sadece tek bir kişiyle değil herkesin katılımıyla yapılabilecek bir şey. Yerli malı yiyelim. Yerli tohum ekelim. Açlara bedava ekmek verelim veya ekmeğimizi bölüşelim. Sokakta kalanları evimize alalım. Yabancı dışarıdan gelmiş hiçbir ürünü almayalım. Kendi öz kültürümüze dönelim. Yabancı sermayeyi dışlayalım. Başaramaz mıyız? Denesek bir kez!!! Çok mu hayalperestlik olur.  Ben çok mu hayalperestim. Ülkeme, insanlarıma güvenmekle yanlış bir şey mi yapıyorum. Zor günümüzde el ele versek ve beraber çıkalım ya da batacaksak beraber batalım desek. Olmaz mı, hadi hep beraber el ele!!

9 Mayıs 2018 Çarşamba

Dua
Bir sisin içinde dolaşırız bazen ve nasıl çıkacağımızı bilemeyiz… Belki de düçar olduğumuz sıkıntıyı çözemeyiz. Bunaldığımızda bir dost eli isteriz ve arayışlara gireriz. Yaşamımız allak bullak olmuştur, varlığımız benliğimiz alt üst ve biz kendimizi dibe vurmuş hissederiz… Maddi manevi sıkıntılarımıza yardım eli isteriz içten içe ama henüz bu istek bilincimize çıkmamıştır. Yoldaş ararız yaşamımıza ve gönlümüze ama nerede bulacağımızı bilemeyiz. Acizliğimizi idrak edememişizdir henüz ve varlığımızın bizden daha büyük bir güce ihtiyacı olduğunu… Bu keşmekeşler arasında gidiş gelişlerimiz vardır.
Oysa tükenmeyen ve hayatımızda bize dost olan şeyler vardır yaşadığımız girdabımızın içinde. Bu bir dost eldir ki öyle bir eldir ki kainatı kuşatmıştır. Biz farkında olmasak da yüreğimizi de kuşatmıştır. Gözlerimizi kapayıp karanlıkta giderken bizim elimizden tutup yolumuzu buldurandır, içimizde hapis kalan çığlığımızı duyandır. Yalnızlığımızı gideren ve bize merhamet elini uzatandır. Bazen gözyaşıdır, bazen bir tebessümdür, bazense rüyalarımızdır bize dost olan… Bizse hep başka yönlere bakarız ve göremeyiz çünkü bize uzatılan eli tanımayız kimi zaman.
Bir dostun elidir dua eli… Bir dostun gücüdür, duanın gücü… Bir sevgidir… Bir çaredir varlığımıza. Dualar, yaramıza derman ve yaratıcıya yaslanıştır. Bizi, girdaplarımızdan, çaresizliğimizden, karanlıklarımızdan çıkartan. Yüreğimize serin serin sular serptiren. Varlığımız süregeldikçe dualarda süregelmiştir o zamandan bu zamana. Bazen gece bazen gündüz bazen evde bazen yürüken bazen oturuken bazen ayaktayken bazen gözlerimiz kapalı bazen secdede…  Varlığını yaşamımıza paralel sürdürmüştür çünkü yaratıcının gücünü temsil eder. Derki: “isteyin vereyim, sizin istemeniz benim gücümdendir. Ne kadar isterseniz bende o kadar gücümü ortaya koyarım. Cömertliğimle size ikramda bulunurum”
Oysa bazen kaçarız dualardan. Kendi kabuğumuza çekilir ve lanet mahlukun fısıldamasıyla ümitsizliklere yuvarlanırız… Gözlerimizi kapatır umudu yok sayarız yaşamımızda. Bizi, elimizi kolumuzu bağlayan yanılgılara düşeriz. Yok bunun çaresi dua ne işe yarar der çaresizlik batağında yuvarlanır dururuz. Küçük kıyametimizi yaşarız iç dünyamızda…
Oysa ümitsizlik ve yeis lanet mahluktandır der Allah… Bir silkelenip kendimize gelip Allah’ın ipine sarılırsak tüm düğümlerimiz çözülür yavaş yavaş. Tüm gözyaşlarımız diner. Tüm varlığımızı umut sarar cıvıl cıvıl. Nasıl istersek öyle yapalım: ister kalbimizle, ister dilimizle, ister davranışlarımızla, dualarımızı sunalım rabbimize. Bize sevinç gözyaşları ve umudu bahşetsin ve sıkıntılarımız yavaş yavaş çözülsün.
Öyle anlar vardır ki kimseyle paylaşamadığımız duada o anlardan biridir sadece kişiye özel olan. Yalvarışların kainattan yankılandığı sırra ulaşan. Bizler varlığımızın esası olarak bize verilen dua müminin silahıdır gerçeğinden uzaklaşmamalıyız. Veya dualarınız olmasaydı ne ehemmiyetiniz vardı düsturundan.  Sadece kendimiz için değil tüm sevdiklerimiz için yüreğimizi açalım yaradanımıza ve kuşanalım silahımızı, sımsıkı sarılalım ona. Sonuç Allah’tandır biz yolu izleyelim yeter.
Sır burada işte bu gerçekte yatar. Eller gökyüzüne doğrulmuş, boyun mahsun ve bükük, gözyaşları gözpınarlarından akar usul usul ve dileriz rabbimizden yüreğimizdekini. Acizliğimizi Allaha sundukça ve ondan uzak durduğumuz anlardan pişman oldukça kapılar açılır bize, yüreğimize… Ferahlarız, kuş gibi hafifler bir dostun kapısına sığınmış olmanın huzurunu tadarız. Kulluğumuzu güçlendiri, eksiklerimizi tamamlarız yavaş yavaş. Benliğimizi buluruz… Şükür nidaları yükselir yüreğimizden dilimize ve oradan semalara uzanır, meleklerin katına bazen melekler götürür bazense bizzat Rabbim aracısız kabul eder.

Dualara açalım yüreğimizi. Gök semalar açılsın bize. Güzel yüreklerimiz sevinçle ve mutlulukla dolsun kulluğumuzun gerçek idraki karşısında. Hepimize en güzel dua saatleri diliyorum ve bizi de duasız bırakmayın. Allah’a emanet…

29 Mart 2018 Perşembe

Bağışlama Sanatı

İnsanız, zaman zaman hata işleriz ama yaptığımız hatanın bazen farkına varırız bazen varmayız. Hatamızın farkına varınca bazen de özür dileme cesaretimiz olmaz öyle kalır. O zaman bu hata karşı taraf için büyür büyür ve beynini sarar, saplantı halini alır. Kişi kendi içinde artık bu durumu affedemez hale gelerek sırtına bir yük gibi taşır. Buda tüm psikolojisini etkiler. Oysaki hata için özür dilendiği zaman karşı taraf bunu sırtına yük gibi yükleyip takıntı haline getirmez. Bundan dolayıdır ki bir hata yaptığımızda özür dilemeliyiz.
Bu özür yukarıda da belirttiğim gibi sadece hata yapanı değil hata yapılanı da kurtaracak bir formüldür. Hata yapılan için formülümüz burada devreye girer. Yani “bağışlama sanatı” bağışlamak öğrenilebilen bir davranıştır ve insanın psikolojisi üzerinde inanılmaz bir rol oynamaktadır. Çünkü belirttiğim gibi kendisine karşı yapılan hataları iç dünyasında biriktirir biriktirir ve sanki sırtında bir yük gibi takıntı haline getirir. Bu takıntı ilişkilerini etkiler, sinir stres yapar ve insanlara karşı güven sorunu oluşmasına neden olur.
Biz insanlar güven olmadan yaşamakta ve ilişkilerimizi yürütmekte zorlanırız. Bizim için en önemli meseledir ilişkilerimizde öncelikle güven duymak. Bundan dolayıdır ki öncelikle bağışlama sanatını öğrenmemiz gerekir. Duygu dünyamızı terbiye eder ve bağışlamayı öğrenebilirsek sırtımızda hatalardan koca bir yükü taşımak zorunda kalmayız.
Hatayı affetmemek yanında cezayı da getirir çünkü her hata bir cezaya muhataptır. Kişi hata işleyince muhatabı buna binaen karşısındakini cezalandırmak ister. Böylece kendisine yapılan hataya karşılık üstü kapalı bir özür diletme şekli olarak görür dolaylı yoldan. Oysa tek bir özür veya bağışlama tekniği cezaya da ilişkiler arası soğukluğa da meydan vermez ve sıkıntı aradan kalkar.
Ayrıca bağışlamak büyüklük ve olgunluk getirir. Bağışlayan taraf her zaman takdir gören taraftır. Olgun kişiliğiyle ve geniş bakış açısıyla, sırtına yük almak istemez, ilişkisinin bozulmasını istemez. Bağışlayarak hem kendisini hem de karşısındakini ağır bir yükten kurtarmış olur. Hem özür dilemek hem de bağışlama yeteneğine sahip olmak bu durumda her iki taraf içinde olgunluktur.

Dostluklar güven, sevgi, saygı üzerine kurulur. Zaman zaman da olsa insanlar birbirlerine karşı hatalar yapabilir. İşte yukarıda bahsettiğim gibi özür dilemesini bilerek ve affetmesini bilerek hareket edersek ilişkilerimiz daha sağlam olur ve birbirimize karşı daha fazla güven dolu olur ki aradaki sevgiyi saygıyı yitirmeyiz. Sizlere bol özürlü ve bağışlama dolu zamanlar diliyorum. Sırtımıza yük almayalım…
Ay Işığında Duygu Seranadı

Dağların tepeleri karla kaplıyken, kendini gösteren ayın muhteşem ışığı ve karlara yansıyan muhteşem görüntüsü… dağlar şimdi karla kaplı. Ay, gitmek isteyenlere yol ışığı veriyor. Gel diyor herkese, “gel” çağırıyor yüreğimi, çağırıyor ayaklarımı, çağırıyor zamanlarımı… Oysa ben, sadece seyrediyorum resimlerden. Bir dağlarım var bir yüreğim. Yüreğimi gönderiyorum dağlara ve çıkıyorum hayalimde dağların tepelerine, geziyorum ruhumla. Ben, yıllarca dağarlımın ve ay ışığımın hasretini çekerken kim bilir hangi kurt, hangi kuş, hangi keçi, hangi geyik geziyor, benim olmak istediğim yollarda.
Ilık ılık bir nefes sarıyor yüreğimi. Gün bitip, geceye kavuşuyor ve ben, hasretimle, dağlarımı seyrediyorum. Bir aşktır bu ve bir yürektir sevgiye çarpan oysa ben, onsuz ve kimsesiz hissediyorum. Olmak istediğim yerle olduğum yer arasında çelişkiler de dolaşırken; dağların patikalarında yürümeye başlıyorum. Ay ışığı, meşalem…
Ne gün ne gece ne başka bir yürek sadece yalnızlığım ve ay ışığım ve ben… Gündüzüm, geçsin istiyorum ve gecem gelsin ki hayallerimin tatlı sığınağına saklanayım. Bir ceylanla yürüyeyim, bir kurtla dost olayım, bir kuşla şarkı söyleyeyim, bir ayıyla bal çalayım, bir keçiyle kayalarda zıplayayım. Ama hayaller ve ben; ve gerçekler ve ben. Ay’ın seranadını duyuyorum ruhum da. Söylediği şarkıları ve yalnızlığının içerisinde yürek yürek herkese ışık oluşunu. Şarkıları, dans ettirsin bana ve çağrısın yanına. Ay ışığımın sesiz ve yürekten şarkılarını dinliyorum şimdi. Ve karların üzerindeki yakamozlarını. Işıklar dans ediyor kar taneciklerinin üzerine ve yalnızlığımı, kendine dost ediyor. Kimse tam anlamıyla mutlu değil veya tam değil ki. Herkes, kendi yalnızlığının içinde ve kendi duygularının boğumu altında düğüm düğüm olmuş. Oysa ay, kendi yalnızlığını ışık yapmış insanlara ve kendi boğumlarından kurtulmuş ama ben, onun kadar cesur değilim belki…
Ay ışığım, dağlarda yakamozları oynatırken ve yollara kıvrım olurken; ben, kendi yakamozlarımı topluyorum günümde ve gecemde. Oysa şimdi, dağlarımın patikalarında yürümek isterdim. Ve ay ışığım, yolumu aydınlatsa ve ben, karların içerisinde çediklerimle bata çıka ilerlesem… Tıpkı yaşmada yaptığım gibi. Hedefime yürürken, yaşamdan aldığım ilhamlarım, ışığım olmuş ve gidiyorum hem gece hem gündüzün soluğunda ve yakamozlar oynuyor etrafımda, yaşamımın dolambaçlı yollarında ki oyunlara inat; onlar bana, en güzel oyunları sunuyorlar… ben, hayretimin şaşkınlığı içerisinde ve yakamozlarımın ışıltısıyla bulduğum yollarımda, yüreğim huzur ve mutlulukla ama bir o kadar dolambaçlı iniş çıkışlarında çırpınırken; gene bir tebessüm görüyorum başımı kaldırdığımda. Ay, tüm ihtişamıyla yollarıma yakamozlar gönderiyor ve korkma ben hep buradayım ve sonsuza kadar senin ruhuna tüm sevgimi ve yakamozlarımı göndereceğim diyor, adeta…

Ne karla kaplı dağlar, ne fırtınalar, ne çamurlar, ne seller, ne kayalıklar… hepsi bize dost oysa biz kendimize bile dost değilken; kendi ruhumuzda ki aşkları yakalıyoruz, ay ışığının yakamozlarında. Ve diyor, aşkını en güzeli dağlarda gizli. Gel, diye fısıldarken yüreğime, gezerken düşlerimde; ben, sadece hayaller kurmak istiyorum yaklamozların oyunlarından ve dost olmak istiyorum önce kendime sonra kainata ama belki bir gün, ay ışığımın yüreğime seslenişini duyar ve giderim arkasından dağlara çünkü beni kandırmak üzere gibi… 
Değişim...

Zamanın içerisinde her şey değişim yaşar… Bu değişimi geçirenlerden biride köy yaşamıdır. Öncesi sade sakin ama bir o kadara dolu dolu yaşam kokan köyler zamanla medeniyeti keşfederler ve gelişimle beraber söz konusu değişim başlar. Öyle ufak tefek şeylerde değil yaşamın geleneklerin her yönüne sızar: kıyafet, düğün, günlük işler, bayramlar, göçler vb. durumlar… İnsansa bu döngünün içinde sadece uyum sağlamaya odaklanmıştır. Öyle ki geçmişi acımadan siler ve yeni giysilerini giyer üzerine.
        Yaylacılık kalkar, yeni yollar yapılır artık yaylalar turistik amaca hizmet etmeye başlar. Pansiyonlar açılır her yaylada, geçmişin günlük işleri, horonlar, düğünler, şenlikler artık yerli ve yabancı turistlerin hizmetine sunulmuştur. Hayvancılık yok denecek kadar azdır. Gelir şekli değişince kaynak şeklide değişir ve artık gelir pansiyonculuktan ve hediyelik eşya dükkanlarından, hayvansal gıdalardan,  sağlanmaktadır.
        Köy kadını artık sırtına yük almak istemez. Ya hediyelik eşya dükkanı açmıştır kendine ya lokanta veya başka bir ekmek kapısında çalışmaktadır. Ne odun sırtta gelir ne alaf. Artık odunu erkekler motorlar kesip kapıya getirip motorla doğrayıp istif etmektedir. Aslında kadın açısından iyi şeyler bunlar, daha sosyal, daha kendiyle barışık daha siyasetçi bir hale dönüşmeye başlamaktadır kadının yapısı. İyimi kötümü tartışılır. Geçmişin zor şartlarından kurtulmaları iyiyken; günümüzün kapitalist sisteminin içine çekilmekteler. Üstelik başka yeni şeylerde öğrenmeye başlamışlardır: otelcilik, yabancı dil vb.. işlerine yarayan güncel kullanılacak neler varsa yaşamlarına almaktalar. Kadının gücünü ve gelişme yeteneğini görmemek mümkün değil burada köy yaşantısından şehir yaşantısına geçiş adeta.
        Azda olsa geçmişe bağlı yaşayanlarda yok değil. Hala büyük küçük baş hayvancılık yapan, bağ bahçe eken, odununu ve çayırını dağdan sırtında getiren, yaylacılık yapan mevcut. Bunlarda iş kurmak için sermayesi olmayan fakir insanlar. Zor olsa da medeniyetin içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar yoksa aç kalacaklar.
        Erkeklerde artık eskisi gibi değil. Gurbetçilik artık kalkmış durumda. Şehirde işi olan bir işte köyde kurmuş. Ya otel işletiyor, ya pansiyon veya lokantası var. bir şekilde köyden kopamamışlar ve köyü kalkındırmak içinde yatırımlar yapmışlar. Eskisi gibi işleri kadına yıkıp kahvede de oturmak yok öyle. Gayette çalışıyorlar. Odununu yapar, işletmesinin başındadır, dağda öküz bakıcılığı yapanından turist rehberine kadar her işte çalışıyorlar. Kadınıyla sırt sırta omuz omuza; anca beraber kanca beraber diyerek.
        Konuşulan dil bile değişmiştir. Çoğu şehirde yetişen genç nesil artık köy dili konuşmaz olur; tersine İstanbul lehçesi vardır gündemde.  Gençlerde artık şehre göç etmekten vazgeçmiş durumda. Çoğu okumaya bir meslek edinmeye çabalıyor. En azından yabancı dil öğreneyim de gelen turistlere yardımcı olayım düşüncesinde. Bu arada geleneksel kıyafetlerden tamamen çıkmışlar artık modern giyim tarzını tercih ediyorlar. Kızlar puşi takmıyor. Öyle pek kız erkek ayrımcılığı da yok. Kızı da okuyor erkeği de, kızı da çalışıyor erkeği de, kızı da özgür erkeği de...

       Gene de insan değişimi sorgulamadan edemiyor. Doğruları ve yanlışları tartmaya anlamaya çalışıyor. Gelişimin getirdiği güzellikler yanında öldürdüğü güzelliklerde var. Ve ölen o güzellikler ne derece bizimdi, neden onlardan vazgeçtik… Belki de artık geçmişi sorgulamayı da bırakmalı günümüzü olduğu gibi kabullenmeli ve daha da sağlıklı hale getirmek için çabalamalıyız. Çünkü geçmiş artık yorucu bir yük gibi sırtımızda takılı kaldı ama günümüz henüz taze bir fidan; beslemek lazım ki geleceğe sağlıklı bir şeyler aktaralım. Gönül ister ki gelişim dediğimiz şey büyük şehirlerdeki gibi bir canavara dönüşerek köylerimizi yok etmesin. Daha ücra yaylalara yollar çıkmasın ki oralar özünde kalsın bize geçmişin örneği olarak. Ve özlemle anmayalım geçmişi…
İletişim

  Aile içi iletişim şekli aile içi ililişkinin kalitesini etkiler. Aile içi iletişim çocukken ebeveynler tarafından öğrenilir ve gelecek yaşamlarına taşınır. Bu durumun olumlu veya olumsuz olması anne babanın ilişkisi yani iletişiminden anlaşılır. Örnek vererek konuyu daha anlaşılır hale getirelim: anne baba arasındaki ilişkide yeterince sevgi, saygı, ilgi, hoşgörü yoksa bu onların ilişkisine yansır ve çocuklarda farkında olmadan onları taklit ederek ilişkilerini şekillendirirler çünkü kendi arasında anlaşamayan anne baba çocuğa da yeterince ilgi, sevgi, şefkat, anlayış, hoşgörü takdir edilme duygusu veremezse bu eksiklikler de çocuklarda bazen iletişim bazen kişilik bozuklukları şeklinde ortaya çıkar. Zor karakterler haline gelirler ve kendileri kadar çevrelerindekilere de psikolojik zarar verme olasılıkları vardır.
        Zararın büyük çoğunluğu iletişimle ilgilidir. Bu saydığımız değerlerden eksik büyüyen çocuk hırçın, saldırgan, mükemmeliyetçi ve egosu güçlü bir kişilik haline gelebilir. Anne-babadan alamadıklarının acısını adeta yaşamdan çıkartır ilişkilerindeki iletişim bozuk olduğundan sağlıklı olmaz. Bu tarz insanlar hep genelde kendileri haklıdır, hep bir savunma halindedirler ve saldırgan olabilirler. Veya daha bir pasif karakter gösterip içlerine kapanık hale gelip tepkisizliğin arkasına sığınabilirler. Düşüncelerini açıkça söylemez ima yoluyla veya dolaylı yolla anlatırlar.Tartışmaya girdiklerinde ya üste çıkmaya çalışırlar veya geçmişteki hataları öne çekerek muhataplarını susturarak üstünlük sağlamaya çalışırlar. Eğer muhatapları saldırgan bir kişilikse oda daha üste çıkmak için atak yapar veya susar içine kapanır ve pasif bir tavır sergiler. Bu tarz insanlarda doğrudan konuşma olayı çok zordur. Genelde laf çarparlar ve kişinin üstüne giderler ne olursa olsun kişinin üstüne giderler ve ne olursa olsun kendilerini kenara çekmezler ve hep saldırı modunda bulunurlar. Sadece aile içi iletişiminde değil sosyal hayatlarında da böyledirler ve insanlarla ilişkileri zordur. Aile içi ilişkileri ite kalka bu şekilde yürür. İki tarafta sorunlara çözüm getiremez ve hep aynı yerde kalır. Profesyonel yardımda almak taraftarı değildirler çünkü bilinçaltlarına kendilerinin haklı olduğu düşüncesi yer etmiştir.
        Diğer bir yönden olaya bakarsak: sağlıklı bir ailede yetişen çocuklar yani aralarındaki ilişki sağlıklı olan anne babanın çocuklarına verdiği mesajda sağlıklıdır ve bunun sonucunda sağlıklı bir iletişim geliştirilir. Çünkü çocuklarına gerekli sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü, güveni, takdiri vermişlerdir. Sorunlarını konuşarak çözmeyi; demokratik olmayı öğrenmişlerdir. Buda yetişkinliğe geçtiklerinde aile içi ilişkilerini olumlu yönde etkiler ve açık, dürüst,sevgi, saygı dolu sağlıklı bir ilişki sağlar.

        Peki ilk örneğimizdeki aile yapısı düzelmez mi? Tabi ki düzelebilir. Aile bireyleri profesyonel destek alırlarsa veya yeterince çaba sarf ederse sağlıklı iletişim kurabilirler.
Konuşma Sanatı

“Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma geleni senden bileyim.”                        
Ne zaman kendimi, kullandığım bir kelimeden veya ifadeden dolayı rahatsız hissetsem; aklıma konuyla ilgili ya bir hikâye gelir veya bir atasözü. Bu atasözü de onlardan biri. Bana göre, konuşmak susmak ve yerine göre bunların zamanını doğru ayrımsayıp kullanabilmek sanatıdır. Hem sadece kendimizi ifade ettiğimiz kelimelerin, tek başına değil; beden dilimizle, jest, mimik ve ses tonumuzla da bir bütündür. Ve kelimelerimiz bir tarafa; kendimiz bir tarafa gitmemeliyiz.
Bundan dolayıdır ki konuşmak ve düzgün ifadeler yeterli değildir tek başına. Vücut dilimiz, ses tonumuz ve vurgularımız, duygusal anlam yüklemlerimizle, bütüncül bir şekilde kendimizi ifade ederiz. Örneğin: Aşktan bahsederken; bir asker edasıyla, ciddi yüz ifadesi takınıp, sert ve kesin tonlamalar yapmak; veya ilk yardım dersi verirken, gayri ciddi hareketlerle, mimiklerle, lakayt bir şekilde konuyu anlatmak amacına terstir ve farklı sonuçlar doğurabilir. Buda bizim için hiç doğru bir şey değildir. Kendimizi ifade ederken, duruşumuz, mimiklerimiz, tonlamamız, kullandığımız kelimelere en yakın dost olmalı ve dostlarımızla aramızı bozmamalıyız eğer bozacak olursak, sadece kelimelerle yaşamak zorunda kalırız ki buda bizim için olumlu bir şey değildir bana kalırsa.
Bununla beraber pek çok konuşma çeşidi var ve her biri ayrı bir özen gerektirir. Kendimizi, içinde yaşadığımız toplumda gerçekleştirmek adına… Selamlaşmadan, hatır sormaya; tanışmadan, taziyeye kadar, hepside kendi yapısının gerektirdiği ifadelerle, sözel anlatımımıza yansır. Bunlara, topluluk içinde gerek akademisyenlik düzeyindeki konferans, panel, sempozyum, forum gibi; gerekse halka açık konuşma durumlarında, izleyici veya konuşmacı olduğumuzda, daha profesyonel ve bilinçli hazırlanmaya ihtiyaç duyarız. Ve bu ihtiyaçlar bizi, daha iyi kendimizi sözel olarak ifade etmeye, kıyafetimizden, vücut dilimize kadar özenli, ortama uygun kıyafet giymek ve konuya uygun kelimeler seçmek ve doğru Türkçe ya da konuşacağımız dil hangisiyse, onu kullanmaya iter. Bu hem gireceğimiz topluma hem de kendimize karşı saygımızın göstergesidir.
Konuşmamızın özellikle dil vb… organlarımızın yaşamımızda kullanımının ne kadar önemli olduğuna dair yazılan hikâyelerle de bu durumu örneklendirmemiz mümkün, işte bunlardan bir örnek:
Hazreti Lokman hekim, yanında çömezi ile ava çıktı. Avdan dönerken bir kabile reisi Lokman Hekim’e bir gece misafiri olması için ısrar etti. Lokman Hekim’de kabul ederek o gece misafir kaldı. Kabile reisi, Lokman Hekim için bir koyun kestirdi. Lokman Hekim çömezine:
-kesilen hayvanın en temiz iki azasını kes bana getir, dedi.
Çömez gidip koyunun kalbini ve dilini kesti getirdi. Hazreti Lokman:
-Aferin bildin, dedi.
İkinci gün başka bir kabile reisi, Lokman Hekim’e bir gece de kendisinde misafir kalması ve evini şereflendirmesi için ısrar edince, Lokman Hekim onu da kırmayıp bir gece de onun evinde kaldı. Orada da ziyaret olarak bir koyun kestiler. Lokman Hekim çömezine bu defa da:
-Hayvanın bana en pis yerinden kes getir, dedi. Yarıdmcısı gene hayvanın kalbini ve dilini kesip önüne koydu. Lokman Hekim çömezine:
Aferin bunu da bildin, dedi. Hakikaten insanın en pis ve temiz yeri, kalbi ve lisanıdır, buyurdu.
Bu hikâyede, kıssadan hisse oldukça açıktır. Sözel ifadeler, kalbimizde taşıdıklarımızın bir yansımasıdır. Bu iki önemli uzva yüklediğimiz anlamlar, yaşamımızın her yüzünde bizi temsil eder. Ve konuşmanın sadece dışsal öğelerden; ses, kıyafet, jest ve mimiklerden daha fazla anlam içerdiğini ve bu anlamın doğrudan bizim duygusal ve düşünce yapımızla gerçekleştirdiğimizi de göstermektedir.
Konuşma sanatının sadece dile odaklı olmadığı anlaşılıyor açıkçası. En azından kendi bakış açımla ben böyle düşünüyorum. Kendimizi doğru ve düzgün şekilde ifade etmenin de özgüvenimizle, eğitimimizle, bakış açımızla ilişkili olduğu fazlasıyla aşikârdır. Bunun hatırlattığıysa daha sosyal kavrama yönlendirir bizi ve sosyalleşme çabasına; çünkü bizler, sadece bireysel yaşma sahip değiliz ve sadece kendimizle sorumlu değiliz; yaşadığımız topluma karşı görevlerimiz arasında vardır, kendimizi doğru ve sağlıklı şekilde ifade etmek…
Sözün özüne gelirsek, “Konuşma sanatı” aslında çok daha fazla detayıyla inceleyeceğimiz ayrıntı içerse de üzerinde durduklarım, en öncelikli olanlar. Kendimle beraber herkese tavsiyemdir; yaşamla bizi bire bir yüzleştiren, oldukça geniş kullanım alanına sahip ve içinde bulunduğumuz toplumda kendimizi gerçekleştirmede bize temel olan “Konuşma sanatına” biraz daha eğilerek üzerinde durmak ve düşünmek… Ve ne demiş şair, “konuşma” üzerine:
KONUŞMAK Kİ
Konuşmak ki,
Acınası yaşama bir panzehir olsun;
Konuşmak ki,
Bir yüzü güldürsün;
Bir acıyı dindirsin…
Konuşmak ki,
Sade duruşun, sesin rengi değil;
Gönlün, dildeki çalımı olsun…
Konuşmak ki,
Susmanın, gizli zehrine;
Kelimelerin gücüyle, ilaç olsun…
Konuşmak ki,
Gözdeki sevdanın;

Dildeki, şekeri olsun…
Rüyalar

Bizler sadece fiziki boyutu olan varlıklar değiliz. Metafizik boyutumuzda vardır ve bu boyutun kollarından biride rüyalardır… Bizlerin rüya görmeye ihtiyacı vardır.  Yemek yemek su içmek gibi bir ihtiyaçtır bu. Bu yüzden rüyalarımız basit ve sıradan değildir.
Beynin yapısı bugün bile tam anlamıyla çözülememiştir dolayısıyla rüyaların yapısı, işlevi de… Yapılan çalışmalar azda olsa rüyalarımızı aydınlatmıştır. Rüyalarımızı tanımak ve anlamak oldukça önemlidir çünkü yaşamımıza veya psikolojimize ışık tutar, bizleri aydınlatır. Kendimizi ve çevremizi anlamak, öngörüler çıkartarak yaşamımızı daha sağlıklı hale getirmek bizim için anlamlı ve önemlidir. Bundan dolayıdır ki rüyaları anlamak daha doğrusu bize gönderdiği mesajı çözmek kendimize daha çok yaklaşmak ve anlamak anlamına gelir.
Rüyalar zannedildiği gibi genel değildir. Özeldir ve kişiye özel tabir edilir. Her kişinin rüyada gördüğü sembol farklı bir şeyi temsil eder. Mesela: rüyada yılan bazısı için düşman bazısı için şifa bazısı için cinleri temsil eder. Kitaplara bakılarak rüya tabir edilmez. Önceki dönemlerde rüya ehli kimseler varmış ve bu kişiler sadece rüya tabir edermiş. Ayrıca bir rüyayı bir kişi tabir etsede iki kişi tasdik etmesi gerekirmiş ki böylece rüya yerini bulsun.
Rüyaların birkaç çeşidi vardır:
Nefsimizden kaynaklanan rüyalar buna egodan kaynaklanan rüyalarda diyebiliriz, Allahtan gelen rüyalar, meleklerden gelen rüyalar ve şeytandan gelen rüyalar diye adlandırabiliriz.
Nefsimizden gelen rüyalar:
Nefsimizden yani egomuzdan gelen rüyalar en kapsamlı rüya çeşididir. Burada aç karnına veya tok karnına rüya görmek önemlidir çünkü açlık ve tokluk rüyayı etkiler: tokken daha çok sıkıntılı rüyalar veya kabuslar görürken; açken kendimizi zengin bir sofrada yemek yerken görebiliriz. Hastalıklarda rüyayı etkiler mesela bir şizofrenin gördüğü rüya sağlıklı insanın gördüğü rüyadan farklıdır. Vücuttaki sorunlar veya mineral vitamin eksikliği de rüyayı etkiler. Örn: vücudumuzda kalsiyum eksikliği varsa rüyamızda peynir, yoğurt benzeri şeyler görebiliriz. Mutlu olmamız veya üzgün olmamızda rüyalarımızı etkiler: mutluyken daha güzel ve iç açıcı rüyalar görürken; üzgünken, daha karamsar ve sıkıcı rüyalar görürüz.
Ayrıca bilinçaltı rüyalarımız vardır ve bu konu özellikle psikoloji bilim dalını ilgilendirir. Beynimiz üst bilinç ve alt bilinçten oluşur. Üst bilinç genelde günlük yaşamımızı, yaptığımız işleri vb şeyleri yaşarken alt bilincimiz farkında olmadan depoladıklarımızdır. Mesela birine kızarsak ve bunu üst bilincimizden gizler de içimize atarsak o alt bilince yerleşir. Veya başka hislerimizi alt bilince göndeririz ve üst bilincimiz bunları fark etmez. Ama zamanla alt bilinçteki duygular ve durumlar bizi rahatsız eder psikolojimizi bile bozabilir. Bu durumda iç dünyamız yani alt bilincimiz rüyalarımıza yansımaya başlar. Eğer bu alt bilinç rüyalarını sağlıklı bir şekilde çözersek sağlığımız düzelir ve mutlu oluruz.
Allahtan gelen rüyalar:
Bizler, bilinçli veya bilinçsiz yüce yaratana bağlıyız. Ve bu bağlılık yaşamımızın her yönünde göründüğü gibi rüyalarımızda da ortaya çıkar. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği bilme ihtiyacımızda vardır ve buda Allah’ın bize bahşettiği bir lütuf olarak rüyalarımızda ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki Allah bize geçmişle, şimdiki, zamanla gelecekle ilgili rüyalar gösterir. Biz bu rüyaları doğru şekilde yorumlarsak oldukça sağlıklı bilgilere ulaşabiliriz. Allah’ın gösterdiği bu rüyalara ilham rüyaları da denebilir. Ve bunlara rüyayı sadıka da denmektedir. Pek çok alim ilham rüyasıyla kitap yazmıştır veya mucit ilham yoluyla icatlarda bulunmuştur.
Meleklerden gelen rüyalar:
Melekler Allah’ın emriyle bize rüya gösterirler. Bu rüyalarda güzel rüyalardır ve bizi mutlu eder.
Şeytanlardan gelen rüyalar:
Bu çeşit rüyalar kötü rüyalardır ve bizi mutsuz eder.

Aslında rüyalar birkaç satıra girmeyecek kadar uzun bir konu ama bir ön görü kazanmak ve az buçuk bilgi sahibi olabilmeniz açısından bu yazıyı hazırladım. Umarım faydalı olur.
Fırtınanın Çetin Kadınları

  Karadeniz`de kadın olmak fırtınaya kafa tutmak gibidir; Fırtına ve Karadeniz nasıl bir bütünlük sağlıyorsa; Karadeniz ve kadında benzer bütünlüğü sağlar çünkü çetin akan bir derenin kadını da çetindir. Türkiye’nin hatta dünyanın her yerinde kadın olmak ve yitip giden yaşamların arasında ayakta tutunabilmek, kendini ifade edebilmek ve yaşam koşullarıyla mücadele edebilmek bir ayrıcalıktır  ve pek çok kadın ve yaşamları, kendini gizleyerek giderken, Karadeniz kadını öyle değildir; çünkü onun mücadelesi sadece erkeğe, çocuğa veya topluma karşı değil aynı zamanda kendine ve doğanın çetin kavgacı ruhuna karşıdır.
          Doğa hata kabul etmeyen ve ne verdiyse onu geriye isteyen bir sistemdir. Çoğu yerdeyse sadece bir kadını kendinden uzaklaştırıp, yenememiştir… Yaz ayrı bir yaşamdır; kış ayrı bir yaşam ve bir sene dönüşümündeki mevsimler, kendi çetinliklerinin dönüşümüyle çıkar kadınların karşısına. Hani öyle düz bayırda değil; yamacı, uçurumu, ağacı, deresi, tepesiyle karşı koyar, insanların kendine hükümran olmasına. Ekmeği almak da kolay değildir. Yemek yiyeceksen dik ve sabanla sürülemeyen arazide ekin yapacaksın, ineğini besleyeceksen yazın dağdan biçecek, ağaca yığacak ve kurutup sırtınla taşıyacaksın. Okula göndereceksen sebini,  merkezdeki okula sabahın yedisinde kaldırıp servise vereceksin ki oda yeni bir lükstür veya sana gelmiyorsa arabada sırtın alıp asfalta veya şoseye taşıyacaksın. Odun istiyorsan ya gidecek dağlardan bulacak, kesecek ve sırtlanıp geleceksin veya derelerin cömertliğine sığınıp kıyısına taşıdığı odunları sepetleyip, sırtlayıp taşıyacaksın evine. Eğer kadınsan; ahırının ve evinin temizlikçisi, yemekçisi, çoluğu çocuğunu, eşini, kaynananı, ananı, komşunu, misafirini velhasıl hemen hemen herkesi razı etmesi gereken bin bir türlü marifetlisi olacaksın…
    Evet, yaz işleri ve kış işleri, başlı başına iki ayrı dünya... Köyde yaz, kışa hazırlık dönemiyse; kışta, yaza hazırlık gibidir… Üstelik yazın o kadar çalışmışken, kışın yatıp uyumak da yoktur. Bundan dolayıdır ki kadınlar, günlük işlerin yanında birde yaz için gelirlerini artırmak amacıyla elişi yapmak durumundadırlar. Ama Kadınların marifetleri neredeyse sınırsızdır çünkü sadece bir tek becerileri yoktur veya tek becerili olma lüksleri yoktur. En bilmeyeni bile beş şişle çorap örmesini bilir veya şifon kenarı, her çeşit el işi ve dikiş dikmeyi… Turizm sezonu satmak için kıştan başlarlar marifetlerini sergilemeye;  yaptıkları peyniri, yoğurdu, yağı satarak elde ettikleri paranın birazıyla elişlerinin malzemelerini alarak, çeşit çeşit şifon kenarı, bin bir renkten ve otantik desenlerden yaptıkları çorapları örmeye veya özenerek işlemeye. Başka pek çok süs eşyası, yemeni oyalarlar boyun için, başka pek çok el işi ve yöresel yiyecek, turşu vs. diğer katkılarıdır ekonomilerine...
          Bu işlerin hemen hemen hepsi kadına bakar. Pratik zekâlı olmalı ve her şeyle başa çıkmalı yoksa ezilip geçildiği gün gibi aşikârdır. Üstelik Karadeniz’in kadını, sade doğaya karşı mücadele etmekle kalmaz; aynı zamanda gelişen rekabetçi zihniyetin içerisinde de yerini bulmaya çalışır çünkü aynı zamanda işletmecidir de… Gidin bir Karadeniz köyüne, yaylasına veya dağına. Karşınıza çıkacak olan size hizmet eden gene bir kadındır. Yediğiniz yemekten içtiğiniz suya, yattığınız yataktan, oturduğunuz sedire kadar hep kadının elleri değer. Bilmek durumundadır ve yapmak zorundadır çünkü başka bir şansıda yoktur.  Kadının eğlencesi mi? Kocasıdır, çocuğudur, belki bazen dağlarda coşup attığı naralarıdır veya bildiği kadarıyla dizelediği manilerle söylediği türkülerdir; belki bir kınada, düğünde veya bilmem hangi eğlencede çevirdiği horonudur... Basit sıradan ve sanki her şeyi tereyağından kıl çeker gibi halleden; güçlü ama kendi gücünün farkında olmayan bu savaşçı kadınlar Karadeniz’in görünmeyen neferleri gibidir. Ama her şeye rağmen öyle de mütevazıdırlar ki bakarsınız sanki tüm o işleri onlar yapmamış gibi ve sanki o kadar marifetli değillermiş gibi kendilerini kenara çekmeleri hep aldıkları ataerkil terbiyeden, görgüden. Çünkü bilmek ve marifetli olmak ne kadar güzlese; mütevazı ve ağırbaşlı olmak da onlar için doğal bir şeydir. Bunun ne kadar doğru olduğu sorgulanabilir bir şeydir; ama ayrıca kadın kendi başına mücadele ederken, erkeğin yerini de belirler ve hatta zaman zaman doldururda çünkü erkek ve kadının eşitliği söz konusu bile olamaz ve hangi işi yaparsa yapsın hep kendini arka plana çeker, gururundan erkeğine paye biçer… Karadeniz kadını olmak ve Karadeniz’in ruhunu taşımak, fırtınayla, zamanla, doğayla, kendiyle yarışmak, çetin yaşamda kendine yer açmak. Bunlar; kadınların adeta doğuştan gelen bir yeteneği ve bu yeteneğin getirdiği bir hırçınlık ve sağduyu ve beklide bilgelik…
    Evet, Fırtına ve kadın… Fırtına’ya karşı da yarışırlar, erkeğe karşıda, doğanın diğer çetinliklerine karşıda ama hiçbir zaman kadın kimliklerinden asla taviz vermezler. Yaşadıkları tüm duyguları doğaldır. Sade çalışkanlıklarıyla değil aynı zamanda kıvrak zekâlarıyla da kendilerini gösterirler. Sevdaları içten ve dürüsttür. Ne yaşıyorlarsa yaşasınlar “kol kırılır yen içinde kalır” hesabı yaşadıkları hep kendi yüreklerinde gizlidir. Affetmek, en öncelikli marifetlerindendir aslında. Affetmek ve hep affetmek çünkü affetmenin en güçlü erdem ve silah olduğunu bilirler düşmanlarına, erlerine ve diğer muhataplarına karşı.
Bazen de affedemedikleri şeylerdendir; Fırtına’sına el, dil uzatan ve yıkmaya çalışanların hoyratlığını. Doğanın yapısına uymayan ve içinde yaşayan canlılara büyük oranda zarar verecek olan HES’lere karşı verdikleri mücadelede bile erkekleri geçen güçlü bir yürekle mücadele etmeleri de analık güdüsünden kaynaklanır çoğu yerde. Kendilerini bağrında büyütüp besleyen, aş olan, ev olan, su olan, yol olan bu yaşamın ellerinden alınacağını ve geleceğe taşınması gereken hayatların baltalanacağını anlayınca doğrudan atalarından gelen Amazon kadın damarları tetiklenir ve harekete geçerek verdikleri mücadele sonucunda vadilerinin kurtulmasını sağlarlar. HES’ler bilindiği gibi; projelerinin şimdiki şekliyle Karadeniz’in geleceğini olumsuz yönde etkileyecek pek çok büyüklü küçüklü santrallerdir. Bu santraller sadece doğanın tahrip olup ciddi boyutta yara almasına neden olmayacak aynı zamanda biyolojik çeşitliliği olumsuz yönde etkileyerek, zarar görmesine neden olacak. Oysa Fırtına buna nasıl izin vermediyse; Fırtına’nın kadını da buna izin veremezdi ve mücadelesi de kendi istediği sonucu verdi. Çünkü kendisine ait olanın; yani ekmek kapısı, ocağı, tüm dünyası olan vadisinin asla heba edilmesine göz yumamazdı.  
    Karadeniz kadınını tamamlayan birkaç ifade daha eklersek; bunu, Karadeniz’e yönelik bir deyimle ifade etmek daha da kolay olur: “Köyde köylü göçte birinci” bu söz nasıl köyde kadını, tam yerine oturtuyorsa; şehre de kendini kabul ettirmesini anlatıyor. Yapısal bir şey gibi sanki… Ya kanından ya suyundan beklide Karadeniz’in, Fırtına’nın doğasından aldıkları değişken ve hareketli, uyumlu yapısından kendilerine kattıklarıyla, gittikleri her yere kendilerinden bir şeyler vermesini de bildiklerinden…  Hiç hayatı boyunca, vahşi doğanın kucağından, şehre inmeden yaşamış olsalar da tam bir bukalemun, yani doğal bir uyum sağlama yeteneğiyle hemen girdikleri çevreye hâkim olmasını, kültürüne uyum sağlamasını başarırlar. İşte Fırtına ve Fırtına’nın kimliklediği Karadeniz kadını ve çetin yaşamın gerçek savaşçıları…


ilkbahar Sarhoşluğu

Her ilkbahar ve sonbaharda başımıza gelen bir şeydir ilkbahar sarhoşluğu. Tabi buna tam olarak bahar sarhoşluğu da diyemeyiz ama en yakışan isim budur. Akşam külçe gibi yatağa gideriz sabah üzerimizde bir ağırlık yataktan çıkamayız oda yetmez gün içerisinde sersem gibi oluruz çay kahve hiçbir şey sersemliğimizi gideremez. Uykuyla uyanıklık arası dolaşırız gün içerisinde ruh gibi. Al üstüne birde depresyona gireriz. Oda yetmez alerjiler alır başını gider göz kaşıntısı akması burun akması cildimiz kaşınır durur. Velhasılıkelam bu bahar canımıza okur bizim ama biz yılmayız nasıl aslanlar gibi çıkarız bu savaştan.
Bende baharla nasıl baş ederim diye biraz internette araştırdım. Öyle büyütülecek bir şey değilmiş bu dönem rutinimizden vazgeçmemeliymişiz ve çaba göstermeliymişiz günlük işlerimizi düzenli yapmaya. Yorgunluğa öyle çay kahveyle değil de vitamin kullanarak direnç kazanmalıymışız. Ağır iş yapmamalıymışız mesela… bahar alerjilerimiz için doktora gidip ilaç almalıymışız, polen alerjisinde ağaçların ve çiçeklerin dibinden değil de uzağından yürümeliymişiz. Hijyene dikkat etmeliymişiz, yaşadığımız yerleri sık sık havalandırmalıymışız (oturma odası-mutfak-salon-ofis vs.)
Psikolojimize gelince bu dönem öyle ağır tartışmalara girmemeliymişiz kimseyle… küçük şeyleri dert etmemeliymişiz. İçimiz sıkıldımı, moralimiz bozuldumu hemen dikkatimizi başka şeylere yönlendirip içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumdan çıkıyoruz. Sosyal aktivitelere katılıyoruz; sinemalar, tiyatrolar, müzik dinletileri, alışverişler, vb aktivitelerde bulunarak zamanımızı zenginleştiriyoruz ve eğlenceli bir şeyler yapıyoruz. Bol bol kitapta okuyabiliriz ve başka hobiler geliştirebiliriz, mesela resim yapmak, çinicilik, seramik vb…
Bilirsiniz mevsim baharsa havaya güven olmaz hele de son senelerin bahar havaları bir değişik. Sabah soğuk öğlen sıcak akşamüzeri serin ve geç saat gene soğuk. Bu hava durumuna göre giyinmek lazım yoksa hastalıklara davetiye çıkartırız. Dışarı çıkarken yazlık kıyafetimizin üzerine mutlaka ceket almalıyız, şemsiyeyi de unutmamak lazım.

Benim şimdilik araştırdıklarım bu kadar… Sizler başka şeyler eklemek isterseniz yoruma yazabilirsiniz. Kendinize iyi bakın, hoşçakalın…
Düşünce Saatlerim

Düşünce saatlerim vardır benim uykudan daha tatlı zamanlar içeren. Veya bir film izlemek yada kitap okumak yerine geçen…
        Bu nedenledir ki bana göre düşünmek çok önemli bir olaydır insan hayatında. Çünkü bu olay sadece bilincimizi değil bilinçaltımızı da etkiler. Bilincimiz ve bilinçaltımız ayrı ayrı düşünce yapısına sahiptir ve biz bunu kontrol altına almazsak konuşmalarımız ve davranışlarımız bilinçaltımızın etkisiyle bize sıkıntı verebilir. Ama eğer bilinçli düşüncemizi eğitirsek bu zamanla bilinçaltımızdaki düşünce yapısını etkiler ve bundan dolayı davranış ve konuşmalarımız daha sağlıklı daha olgun hale gelir. Bunlar benim düşünmeyi sevmeme nedendir. Ve tabiî ki düşünmek için zaman ayırmama neden olur kendime. Çünkü sağlıklı bir bilinç yapısı sağlıklı düşünmekten geçer ve sağlıklı düşünen toplumlarda suç oranı düşük karakter yapısı sağlam olur.
        Düşüncenin bir adı da tefekkürdür. Neden tefekkür denir çünkü bu düşünce tarzı Allah’ı ve onun yarattıklarını, işlerini anlamaya yardımcı olacak bir düşünce yapısıdır. Tefekkür eden insan Allah’a kalben daha çok yaklaşır, daha sağduyulu olur, daha keskin görüşlü olur. Bunun içindir ki 1 saatlik tefekkür yapılacak 1 saatlik nafile ibadetten daha hayırlıdır. İslam da bu böyledir.
        Düşünmenin başka bir yönü de kendimizi anlamamıza yardımcı olması ve hatalarımızı görmemizi sağlamasıdır. Bunlarda kendimizi olumlu yönde geliştirmemizi sağlar. Mesela kendimize olumlu düşünme kürü uygulayalım. Gece uyumadan önce gözlerimizi kapayarak veya günün istediğimiz bir saatinde gözlerimizi kapayarak olumlu ve güzel şeyler düşünelim ve bunu alışkanlık haline getirelim… Bakın kısa zamanda olumlu düşünme etkisini hissettirecek ve yaşama  daha olumlu daha pozitif ve daha olgun bakabileceğiz. Veya eksik olduğumuz bir konuda olumlu düşünce geliştirelim ve bunu düzenli olarak her gün düşünelim göreceğiz ki olumluya döndürmeye çalıştığımız düşünce düzelecek ve hem psikolojimiz düzelecek hem de olumlu düşünme alışkanlığımız gelişerek süreklilik kazanacaktır.
        Sözün özü; olumlu ve sağlıklı düşünmek bir merhem bir ilaç gibidir insan için. Bundan dolayıdır ki düşünme saatlerimi seviyorum ve her defasında kendime bir şeyler kattığımı hissediyorum. Size de tavsiyem kendinize düşünce saatleri edinin…


Yaşam ve "ironiler"imiz

Yaşamda bazen, önümüze ilginç seçenekler çıkar veya ilginç durumlar ve yorumlar…
     Yorumlarımız ve seçeneklerimizle attığımız adımlar; kimilerini üzer kimilerini kazançlı yapar. Biliyorum, kullandığım veya kullanacağım bazı ifadeler, bazılarının hoşuna gitmeyecek. Gene de söz, kilitli kalmasın ve kelimelere dönüşsün istedim.
     Yaşam bir mücadeledir ve farkında olarak veya olmayarak, pek çok “ironi” ye sahne olur.
     Kimisinin ağladığına kimisi güler…
     Kimisinin kaybettiğine kimi sevinir çünkü kazananın karı; kaybedenden kaynaklanır.
     Bazen de gülmeyi ve ağlamayı aynı anda hissettiren durumlar olur…
     Veya üzülecek bir durumla karşılaşsak bile; içinde bulunduğumuz durumlar bizi zorladığında; yaşadığımız zor koşulları kazançla aşabilecek fırsatlarla karşılaşıyor isek bu fırsatı kaybetmemek  için mecbur kaldığımız yaptırımlar da vardır.
     Aslında değinmek istediğim tamda buna benzer bir durum; Şubat ayının 2’si ve 3’ünü kapsayan Ayder Kar Festival’inde yaşandı…
     Bu sene 6.’sı düzenlenen Kar Festivali’ni ilk düzenleyenler arasında olan genç bir arkadaşımız şu sıra komada ve yaşam mücadelesi veriyor. Gönderilmeyen helikopterden kaynaklanan gecikme, ekipman eksikliğinden dolayı değiştirilen 4 ambülans ve geçirdiği kazadan yaklaşık altı saat sonra hastaneye yetiştirilmesinden dolayı bir aydır komadan çıkamadı…
     Ailesi; çocukları bu durumdayken, festival düzenleyemeyeceklerini söyleyerek, organizasyondan çekildiler.
      İlgililer toplanıldı ve Kar festivali yapılıp yapılmayacağı konuşuldu. Yapılması kararı alındı ve yapıldı da!
     Esnaf, bu durumdan hoşnuttu… Kış ortasında, ölü mevsime renk ve kazanç katan bu organizasyonu bekliyorlardı.
     Biliyorlardı; sevdikleri, kendileri için değerli olan bu genç komada idi ama onlarda yaşamlarını idame ettirmek zorundaydılar.
     Şimdi, Erzurum’da Devlet Hastane’sinde yaşam mücadelesi veren bu gencin; kendilerine, ekmek kapısı açılmasına vesile olan bu gencin ziyaretine gitmeyi planlıyorlardır (herhalde!).
     Herkes yüreğiyle yanında ve dualarıyla ama birkaç kaç esnafa, “Siz, bu durumda olsaydınız; yani bir hastanız komada olsaydı, böyle bir oragnizasonun yapılması size ne düşündürürdü?.” Gibi bir soru yönelttiğimde aldığım cevap daha da üzücüydü, “Benim ailemden birisi komada olsaydı böyle bir organizasyonun düzenlenmesini kaldıramazdım.”

     Yorum sizin; yaşam ve ironilerimiz…
Tohum Kardeşliği

  Geçmişten bugüne ulaşan ve yarına ulaşacak olan en önemli şeylerden birisidir tohum… Organik, doğal ve kendi yöresine has. Bugüne yediğimiz, içtiğimiz ve beklide başka amaçlı kullandığımız hemen hemen her şeyin kökü “Tohum” dan geçer.
         Kara toprağa attığımız “küçük bir tane” onlara, yüzlere beklide binlere bölünerek hayatımızın sadece bugününü değil yarınını da şenlendirir. Ve “insansı sorumluluğumuzu” da bize hatırlatır, yaşamın döngüsü içerisinde.
          Bu güzel düşüncelere sahipken; geçenlerde bir arkadaşımla “Tohum ve geleceğe taşınması” üzerine bir sohbet ediyorduk. İlk defa duyduğum bir düşünce o kadar hoşuma gitti ki bende katılmaya karar verdim bu güzel çalışmaya.
          Çalışma şuydu; herkes, kendi gücü yettiğince “organik tohum” toplayacak. Bulabildiği uygun yerlerde mevsimine göre ekecek ve gene elde ettiği tohumları paylaşarak geleceğe “organik tohum genlerinin” taşınmasını sağlayacaktı.
            Önce pek ciddiye almasam ve anlamasam da sonra düşününce anlamlı gelmeye başladı. Hem de öyle yüreğim pır pır etti ve anlamsallığı arttı ki hemen çalışmalarıma başladım.
          Arkadaşımın dediğine göre İstanbul merkezli bir dernekte başlatılan bu çalışma oldukça ciddi boyuttaymış. Kendiside bir doğa sevdalısı ve bu çalışmanın içindeymiş uzum zamandır. Güzel olan şeylerden biri de; toplanan tohumlar kesinlikle tüketim amaçlı kullanılmıyor çünkü burada amaç açıkça belli…
       Sunilikten, gdo dan vb.. diğer zararlı şeylerden arı olan, doğada ham haliyle yetişen bitkilerin tohumlanma zamanında alınan tohumlar kullanılıyor. Kesinlikle suni gübre vb.. hiçbir şey yok.
          Ben, şimdi Ayder’deyim… Tohumlarımı toplamaya başladım bile. Şimdiden elimde biraz kabak, birazda şalgam tohumu var ve gerçek, organik. Karadeniz’in yöresel bitki tohumlarını toplamaya devam ediyorum. Köyde organik ekip biçen ablalarım, teyzelerim, anlarım, arkadaşlarım var… Sağ olsunlar, beni kırmıyor ve veriyorlar. Amacımı anladılar.
          Bana katılacaklarına da eminim yavaş yavaş… Yani İsrail dağlarımızı topluyor ve kendine organik küçük Kaçkarlar yapabiliyor da bizim ne eksiğimiz var onlardan.
        Sizden de ricam bu çalışmaya katılmanız. Çok fazla masrafı olmayan bu işler hem geleceğe anlamlı bir şeyler katacak hem de torunlarımıza hediyemiz ve hatıramız olacak hem de boş zamanlarımızı değerlendirmiş olacağız…
          Bizler, kendi değerlerimize sahip çıkmazsak daha çok başka ülkeler gelir bizim tohumlarımızı gene toplar ve başka bir “Küçük Kaçkarlar” yaparlar geleceğe.
          Biz, belki böyle bir hareketle hem suni ve hastalıklı genlerin geleceğe taşınmasının önüne geçebilir hem de gelecekte sağlıklı nesiller yetişmesine yardımcı olabiliriz. Çünkü bugünden, yarına görünen köy kılavuz istemez.

         Hadi hep beraber, “Tohum Kardeşliği”nde buluşalım… Sağlıcakla kalın, Allah’ın “Bismili” üzerinize olsun.
Hırsız keçi

 Küçük kızım, mal sürümüz var yaylada. Yaz tatili ve ben. Yaylada keçilerimle, köpeklerimle buluşuyorum. Eğlenceli zamanlar benim için.
          Babamla yayladayız. Kuzen ablam yanımda ve sıradan bir şekilde başlıyor gün…
          Bir keçimiz var hırsız. Hapsettiğimiz yerden kaçıp kaçıp dalıyor bostanlara. Bana mısın demiyor.  Herkesin bostanına girip, talan ediyor. Tabi biz mahcup oluyoruz.
          Ağıldan kaçan keçiyle gün sıradan olmaktan çıkıyor ve rahmetli babam, beni gönderiyor keçiyi durdurmam için. Bunu yapmak bana çok yabancı ve ne yapacağımı bilemeden, keçinin arkasından koşuyorum.
          Keçi, koşuyor ben koşuyorum, keçi koşuyor ben kovalıyorum ve benim arkasından koşmamdan rahatsız. Ani ve ummadığım bir hareketle dönüp birden beni kayaya sıkıştırıyor. Uzun boynuzları ve öfkeli bakışları var. Tırsıyorum ve çığlık atıyorum. Mücadele etmeye başlıyorum.
          Boynuzlarına yapışıyorum, Küçücük aklımla ilk tepkim ve bir canlıya karşı ilk savaşım. Karşımda gözü dönmüş bir keçi ve ne yapacağını bilmeyen deneyimsiz bir çocuk. Boynuzlarına yapışan kollarımdaki gücüm yavaş yavaş tükenmekte çığlıklarıma kuzen ablam yetişiyor ve beni keçinin elinden alıyor.
          Bu yaşadığım nereden aklıma geldi diye düşünürken; yaşamımızı çalan ve her istediği yere hırsızlama dalanlar aklıma geliyor.
          Dağlarımıza, bağımıza, bahçemize… Sanki kendi malları gibi ve hakları olmadığı halde istedikleri yere girip çıkarak her şeyi talan edenler.
          Veya toplumu istediği gibi, hırsızlama düşüncelerle, siyasetle otlananlar, kendi çıkarları doğrultusunda sömürmeye çalışanlar.
          Ya da duygularımızı, düşüncelerimizi… Varın siz yorumlayın artık.
          Hırsız keçiler ve siyasiler…
          Hırsız keçiler ve hukuk…
          Hırsız keçiler ve hesçiler…
          Hırsız keçiler ve çarpık turizm…
          Hırsız keçiler ve çarpık kentleşme…
          Hırsız keçiler ve tüm çarpıklıklar…

          Ve hala o hırsız keçinin, benim onu engellemeye çalışırken verdiğim savaşta, bana karşı dikmiş olduğu öfkeli, saldırgan ve hakkı olmadığı halde sanki hakkını elinden alıyormuşum gibi bana baş kaldırışı ve saldırışı ve biz ve toplum ve hırsız keçiler
karadenizin Meyveleri

Köydeki kapımızda bir armut ağacımız vardır. Çocukluğumdan beridir pek çok kez denedimse de başarısızlıkla sonuçlanan tırmanma çalışmalarım da vardır. Gövdesi uzun ve dalsız çünkü ayrıca hem tutunacak bir yer bulamazdım hem de kollarımın kavuşamayacağı kadar geniştir, küçüktüm de ayrıca. Tabi başkaları tırmanıyor, benim bu beceriksizliğime karşın ve uzun denemelerden sonra bu ağaca gücümün yetmeyeceğini anlayarak tırmanma çabalarımdan vazgeçtim…
Dalları evin üzerine uzandığı için, tehlikelide olsa sac olan çatı kaplamasına çıkar ve “gidal” ile toplamaya çalışır yada bir “ğuçka” yardımıyla vurarak zemine düşürdüğüm armutları toplar afiyetle yerdim. Şimdi “cinsini” unuttum ama “yeyişmiş” diye de tabir edilen, olgunlaştığında dışı yeşil kabuklu kaldığı halde, içi kahverengi hale gelir, bu şekilde yendiğindeyse, tadına doyum olmazdı.
Yöreye özgü pek çok başka meyve özellikle karayemiş ki farklı cinslerde ve lezzetlerde. Elması, üzümü, ayvası, azda olsa kirazı ve benzer daha pek çok sadece bizim yöremizde tadına vardığım meyveler vardır. Dünyamızın ve ülkemizin hemen hemen pek çok yerinde yetişen bu meyvelerin tadı ve kalitesi neden Karadeniz’de farklıdır; bilirsiniz, Karadeniz bu “tat” değişikliğini iklim yapısındaki özelliğinden alır ve bereketli, doğal; çok çeşitli vitamin ve minerallerle donatılmış toprağından aldıklarıyla beslenerek “farklılık nedenini” bize öğretir.
Bunların yanı sıra işin en eğlenceli yönü doğrudan çıkıp ağacın üzerinde yiyebilme şansımız. Tarlamızın, bağımızın, bahçemizin kıyısında veya evinizin kapısında olan ağaca tırmanıp üzerine doğayı seyrederek meyve yemenin keyfini, sadece o ortamda yaşayanlar olarak bizler bilebiliriz de denebilir. Bakmayın siz armut ağacına çıkamayabilirim ama bana uygun çıkabileceğim formda ağaçlarda var. Çok bilirim, elma ağacı üzerine tırmanıp, oturacak uygunlukta bir dalı gözüme kestirdikten sonra, dalından aldığım “Elmayı” yerime kurularak ve manzarayı izleyerek yediğimi veya “Karayemişi” yada “Ayvayı.”
Her şeyi gibi meyveleriyle de yaşamımıza renk katan bu güzel bölgenin “cennet” in yavrusu olduğunu düşünmek bana yanlışta gelmez. Börtüsü böceği, meyvesi, çalısı çırpısı, ağacı ve başka pek çok yönüyle yaşama organik şekilde hizmet eder. Oysa biz suniliklerin içerisinde kendi formumuzu bile sunileştirdiğimizi anlamadan ve doğallığın güzelliğini tatmadan beton yığınların arasında beklide sadece hafta sonları kaçtığımız yakınlardaki yeşil alanlarla hasret gidermeye çalışıyoruz.
Sevgili İzmir’in sıcağında Karadeniz’in yeşilliğine hasret bir halde kalmışken,  gözümde tüten meyvelerine ve dağlarıma buradan kucak dolusu sevgilerimi göndermek istiyorum. Ve ne zaman pazara gitsem veya bir manav görsem; aklıma, dalından koparıp yediğim meyveler geldikçe esef edişimi hatırlıyorum. Şimdi, bir “Karayemiş’in” dalında oturup, dağları seyrederek “Karayemiş yemek” vardı ya…

İşte böyle…

Kelimelerle Dokunmak: HedikGecenin ayazında, karın üzerine çıkarttığı ...

Kelimelerle Dokunmak: Hedik

Gecenin ayazında, karın üzerine çıkarttığı ...
: Hedik Gecenin ayazında, karın üzerine çıkarttığı “gacırt gucurt” seslerine ilerlerken her zaman ki gibi tek derdi ayağına hizmet ettiği i...

Kelimelerle Dokunmak: HedikGecenin ayazında, karın üzerine çıkarttığı ...

Kelimelerle Dokunmak: Hedik

Gecenin ayazında, karın üzerine çıkarttığı ...
: Hedik Gecenin ayazında, karın üzerine çıkarttığı “gacırt gucurt” seslerine ilerlerken her zaman ki gibi tek derdi ayağına hizmet ettiği i...
Hedik

Gecenin ayazında, karın üzerine çıkarttığı “gacırt gucurt” seslerine ilerlerken her zaman ki gibi tek derdi ayağına hizmet ettiği insanı yerine sağ salim ulaştırmaktı. Karadeniz’in bel boyunu aşan karında, ayazında veya tipisinde yapması gereken, karda yol açmak ve sabit durabilmekti. Başka hiçbir ayakkabı veya alet onun başardığı işi başaramazdı…
Geçmişten anılarla asıldığı duvarda düşündükleri bunlardı. Şimdi kullanılmayan ama zamanında en ihtiyaç duyulan şeyler etrafında asılıydı. Hemen yanında deriden yapılmış ve kullanılmaktan delik delik olmuş bir “çarık”, yanında gene dize kadar örülmüş gri-siyah-beyaz karışımı bir “kıl çorap” ve daha başka niceleri. Geçmişin güzel yüzüydü bunlar. Ne kadar zorluklara göğüs germişlerdi beraber. Hele de fırtınalı bir günde çarığ’a sıkı sıkı bağlandığını ve tipinin kendisini fırlatmaması için ne kadar uğraştığını hatırlarken, yanlışlıkla sabitlendiği yerde takıldığı daldan kurtulamaya çalışırken ki çabaları ve bunun sonucunda da bir parçasının kırıldığını hatırlıyordu zorlanmalardan. Daha sonraları, sahibinin kırılan halkasını sağlam bir iple sıkıca dolayarak tamir ettiğini hatırlıyordu. Gerçi fazla estetik değildi ama olsun çokta kötü görünmüyordu hem sahibi kendisini kaldırıp kenara atmamış bu şekilde yıllarca kullanmıştı.
Bu ve benzeri nice anıları geçti gözünün önünden. Sahibi çobandı ve avcıydı dağlarda… Yaşam onun için öyle çok kompleks ve zorlayıcı değildi. İhtiyacı kadar sahipti her şeye, fazlasını sevmezdi. Köy yerinde daha fazlasına da ihtiyacı yoktu zaten. Şimdi sıcacık yanan “pilita” nın karşısına gelen duvarda bunları düşünürken bugünlerde artık modası geçmiş olsa da kullanılmasa da en azından çobanın anılarını süsleyen duvarında olma keyfini çıkarıyordu.
Geçmiş, hediklerin, çarıkların, kıl çoraplarının veya diğer ilkel gibi görünen ama aslında bulunduğu dönem içerisinde, insan hayatının çok fazla doğal yaşamla iç içe olduğu yönlerde etkiliydi. Yaşam, kendi varlığını sürdürmek için doğayla uyum sağlamak zorundaydı ve doğadan kattıklarıyla insanı beslerdi. Bir ağacın, hedik olması için verdiği dalları ve onu birbirine bağlamak için kullandığı ipleri hepsi ama hepsi doğadandı ve el emeği, göz nuruydu.  Günümüzün koşullarında olanakların genişliği ve çeşitliliği insanlara daha cazip gelse de hala geçmişten kopamayan dağların çoğu çobanı, yaşamlarında bunu sürdürmek için her şeyi göze alıyorlar…
Karadeniz’in dağlarında çok var. Başında kıl fesi, ayağında kıl çorabı, belki eskiden biraz daha yeni olan kara lastikleri kullansalar bile gene kışlarda yürüyüşlerin yetmediği yerlerde hala “hedik” kullanılmakta. Çünkü doğa, medeniyetten ve onun ürettiği modern techizattan anlamamakta ve hala,  korunmak için kendinden olan ilkelliğin arkasından gitmekte. Doğaldır her değer kendini çekmez mi? Bu anlaşılır bir şey ama pek çok kişi bunu bilmez çünkü herkesin anlayışı farklıdır veya yaşama pratiği farklıdır…

Ben, hedikleri bizim köy evinin “heyet” dediğimiz oturma yerinin altındaki alet-edevat yerini karıştırırken keşfetmiştim. Önceleri anlamamış bayağı bir beşik gibi kullanmıştım. Çok çok sonra yani büyüdükten sonra öğrendim ne olduğunu ve işlevini. Hayatın en zorlu saatlerinde insana dost olan bu nesneyi daha çok sevdim çünkü gerçek yaşamı anlatıyordu ve çetinlikleri, ağır iklim koşullarında ki insanın sığındığı bir dostluğu. Üzerine nice maceralı hayali hikayeler uydurduğumu hatırlarım ve gözümde hep bir hayal canlanır. Hani insan bazen farkında olmadan görsel betimlemeler yapar ya zihninde. İşte o anlardan… Ağır bir kar tipisinde yürüyen bir çoban. Dize kadar gelen kar ve attığı her adımda hediğinin, kendisine çizdiği yolda ilerleyen…

28 Mart 2018 Çarşamba

ilk Yayın

Çeetnik
Akşam karanlığı çöktüğünde, kenarına bağladığı küçük sepetle, hedeflediği ilk evin kapısını çaldı. İpini eline aldığı sepeti kapıyı aralayıp içeri saldı. O sene çıkan yeni “kayde” ile türkülerini söylemeye başladı:

Yeni bi il geliyor,
Heyde gozumuz aydin,
Çeetnik edeceğim,
Sepetumi doldurun…

Kapide karemişun,
Dalleri enmiş yola,
Helvami kareceğim,
Gelsun şekerle, yağle…

İki türküyle ev sahibi gereken mesajı almış ve sepetin içine, birkaç kaşık yağ, biraz mısır unu ve şeker koymuştu. Çünkü kapıdakini bekletmek ayıptı hem de bu soğuk havada. Kapıdaki, aldıklarıyla gerisin geri döndü ve başka bir eve yöneldi. Aynı işlemi ve türküleri yineledi. Gidebildiği tüm evleri dolaştı ve her defasında aynı sonuçla karşılaşmak hoşuna gitti. Kimse kendisini kırmamış az buçuk bir şeyler koymuştu küçük sepetine. Şimdi arkadaşlarıyla sözleştikleri eve gidip, onların topladıklarıyla birleştirip, gece için güzel bir helva kavurmak kalmıştı geriye. Hem daha bunun diğer eğlenceleri vardı. kız erkek tutmaca, türküleşmek, belki horon… Hele bir toplansınlar da.

Çamlıhemşin’de iki yılbaşı kutlanır. Birisi herkesin kutladığı miladi gün dönümü diğeriyse ondan birkaç hafta sonra gelen hicri yılbaşıdır. Bizim köyde de kutladığımız ve en güzel anılarımızın yaşandığı akşamlardandır hicri yılbaşı… gençler, kendi aramızda toplanır, o akşam için hazırlık yapar, çok güzel saatler geçirirdik. Türküler, muhabbetler, horonlar, yemek ziyafeti, helvalar, lokumlar, ve daha pek çok yöresel yiyecek içecek… küçükler, gençler, yaşlılar bazen aynı yerde bazısı kendi aralarında ayrı ayrı planlar yaparak toplaşırlardı. Sabahlara kadar sürerdi bu eğlenceler.

Uyumak ve gecenin tüm güzelliğini tamamlayan zamana gelirdi sıra. “çeetnik etmek” başlardı. Herkes, bir parça helva yer, su içmez ve bir parça helvayı sararak yastığının altına koyar ve gece evleneceği kişiyi rüyasında görmek için uykuya yatardı. Ama karılan helva çok şekerli olmalıydı ki hararet bassın ve gece susasın da, rüyasında evleneceği kişi getirip suyu versin kendisine. Böylece bazısı evleneceği kişiyi görür bazısı belki görmez ama eğlenceli bir gece geçirdiği için mutlu olurdu. Bazen de “çeetnik” bahanesiyle, birbirinden hoşlananlar ortaya çıkardı çünkü görmeseler bile kimden hoşlanıyorlarsa o kişiye yönelik duygularını ima eden rüya öyküleri anlatırdı.

Şimdilerde devam ettiğini düşünmüyorum, medeniyetin geleneklerimizi ve geçmişimizi körelttiği şu zamanlarda geçmişimiz ve eğlencelerimiz sekteye uğramış durumda veya turizimleşmiş durumda. Aslında medeniyette bir kavram ve ne tarafa gittiği, içini nasıl doldurup anlamlandırdığımızla alakalı beklide… Geçmişimizle, günümüzün değerlerini dengeye oturtacak bir çözüm yolu belki bulunur. Şimdi gençlere baktığımda gördüğüm şeyler, geçmişte yaşadıklarımla hiçbir şekilde örtüşmüyor. Tamam kabul, arada jenerasyon farkı var ama bu kadarı da abartı geliyor.

Sizce de öyle değil mi? nereye gidiyoruz biz ve manevi değerlerimiz, güzelim geleneklerimiz nereye kayboldu? Beklideki tüm soruların cevapları burada gizlidir. Özümüzden uzaklaşmak ve kendi değerlerimize yabancılaşmak. Sadece “çeetnik” lerle kurulan “sevadukler” in veya “göç” lerdeki eğlencelerin zaman içerisinde yerini bıraktığı daha “medeni” dediğimiz güncel ve açıkçası bana sığ gelen eğlence anlayışıyla nereye gittiğimize bakıyorum.

Neden başta değil de neredeyse ayın sonunda yazdım bunları. Oldukça düşündüm çünkü bizler, geçmiş zamanda çok farklı ve bize göre sade ve güzel bir şeyleri yaşadık. Kırgınlığım vardı bugüne, geçmişi yok ettiği için ve benim için hala “anlamını ve değerini” koruyan bu geçmişin burukluğunu atamamıştım yüreğimden…

 Bugünle barışmak için ne yapmalıyım bilemiyorum ama ben hala gençliğimdeki “çeetnik” akşamlarındaki rüyalarımı özledim. Umarım herkes “çeetnik” inde kendisi için en hayırlısını görür çünkü bazen rüyayala gelen, yalan dünyadan gelenden daha hayırlıdır…

  ŞİİR MASAL Derenin ötesinde inci tanem… Gözlerim arar ama bulamaz, Onsuz olduğumda nefesi sarar beni, Onunla olduğumdaysa heyecanı...